It’s like a debt owed to my younger self

Yesterday was a particularly special day for me as I had the opportunity to give a presentation about my Fulbright experience to students from my university. Sharing how I received the scholarship and embarked on my journey to study screenwriting in the U.S. is something I truly cherish. San Francisco immediately captured my heart, and over the span of two years, I delighted in the experience, engaging with classmates and individuals from diverse backgrounds around the globe.

However, there was a deeper significance to giving that presentation yesterday; it felt like a debt owed to my younger self.

Continue reading “It’s like a debt owed to my younger self”

Dalgacı Mahmutluk baba mesleği olursa?

Disney Plus geldiğinden beri her gün oradan bir kısa film izliyorum ve bir on dakikalığına da olsa Pixar-Disney’in naif dünyasında gezinmek nefes aldırıyor. Ama bu filmlerde tatlı bir dünyadan çok daha fazlası var.

Bu filmleri sevmemin temel olarak iki nedeni var. Animasyonun sunduğu teknik imkanlar sayesinde bu hikayelerde şemsiyeden masa lambasına, yanardağdan buluta her şey ana karakter olabiliyor. Etraftaki cansız nesnelerin yerine kendini koymanın ve oradaki hikaye imkanlarını araştırmanın yazar olarak zihnimi açtığını hissediyorum.

Bu kısa filmleri sevmemin bir diğer nedeni de hemen hepsinin hayata dair bilgece bir bakış açısı sunması. Pixar ve Disney’in Inside Out ve Soul gibi filmlerinde üstte akan hikayenin yanı sıra altta daha derin başka bir şey söylemesi beni zaten büyülüyordu ama nihayetinde bunlar uzun metraj işler. Kısa filmlerde de bunun yapılabildiğini görmek beni heyecanlandırıyor. Sırf seyir zevkine odaklanan ve bu yüzden de bir sürü anlamsız entrika ve kavga-dövüşle dolu olan yetişkin işlerinden sonra bunları görmek ferahlatıcı oluyor.

İzledikten sonra beni farklı yerlere götüren son Disney Pixar kısa filmi La Luna (Boy on the Moon) oldu. (Dikkat: Yazının bundan sonrası spoiler içerir. İmkanınız varsa bir koşu La Luna’yı izleyin gelin, sonra tekrar burada buluşalım. Epi topu yedi dakika. Halihazırda izlemiş olanlar veya spoiler yemekten korkmayanlar tam gaz devam.) Yönetmenliğini ve senaristliğini Enrico Casarosa’nın yaptığı bu 2011 yapımı kısa filmde ayın şeklinin değiştirilmesinden sorumlu bir ailenin içindeki kuşak çatışması anlatılıyor.

Gecenin bir yarısı gökyüzüne uzanan tahta bir merdivenle aya çıkıp onun yüzeyini süpüren ve dolunayı hilale çeviren dede, baba ve çocuğu izleyince “Bir dakika ya… Bu bana hiç yabancı gelmiyor,” oldum. Biraz düşündüm ve… Dalgacı Mahmut! Tabii ya! O da “Gökyüzünü boyarım her sabah./ Hepiniz uykudayken./ Uyanır bakarsınız ki mavi,” demiyor muydu? Ha gökyüzü boyamışsın ha aya şekil vermişsin. Enrico Casarosa’nın Orhan Veli okuduğunu hiç sanmıyorum. Ama işte bu dünyadaki hayat deneyimimiz bize çok benzer şeyler düşündürüyor farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda yaşamış bile olsak. Bunlar da kaçınılmaz olarak üretilen işlere yansıyor. Okuyucu/izleyici olarak bize de değişik formlarda karşımıza çıkan akraba fikirleri keşfetmek ve metinlerarası bağlantılar kurup heyecanlanmak düşüyor.

Metinlerarası demişken Beliz Güçbilmez’i anmamak olmaz. Beliz hocanın sizi alıp metinlerin aralarındaki dehlizlerde dolaştırdığı, farklı bir okuma ve o yazma metodu sunduğu atölye serisiyle ilgili ne desem az kalır. Beliz hoca konusuna karşı tutku duyan ve bilme-keşfetme heyecanına sizi de ortak eden bir hoca. Eğitim hayatımız boyunca karşılaştığımız türlü marazlara sahip onca hocadan sonra başka bir öğrenme-öğretme deneyiminin mümkün olduğunu görmek için bile gidilir. Atölyelerin içeriği ve tarihleriyle ilgili ayrıntılı bilgiye www.belizgucbilmez.com adresinden ulaşabilirsiniz. Tadımlık olarak da Nilay Örnek’in Nasıl Olunur? serisindeki Beliz Güçbilmez bölümünü tavsiye ederim. Storytel’den veya Spotify’dan ulaşabilirsiniz. Konunun uzmanlarıyla söyleştiği Nasıl Olunur’da Nilay Örnek çok iyi iş çıkarıyor. Bu da başka bir yazının konusu olsun.

İzlediğim/okuduğum işler zihnime kök salıp orada şekil değiştiriyorlar bazen. Hayalimde Dalgacı Mahmut’la bu ay işlerinden sorumlu ailenin eski dar bir sokakta kutu gibi dükkanları var yan yana. Demirciler çarşısı gibi burası da Dalgacı Mahmutlar Çarşısı. Köşede güneşin derecesini ayarlayan bir dükkan var, biraz ileride de rüzgar işlerine bakan deneyimli bir usta. Lodostan hafif bir esintiye her türden rüzgarı çıkarması iki dakikasını alır en fazla. Bizimkiler gece mesai yaptıklarından ancak öğleden sonra açıyorlar dükkanlarını. Dükkanın önüne koydukları taburelerde tavla oynuyorlar. Çocuk şapkasını ters takmış etrafta koştururken dede de Dalgacı Mahmut’la tavla oynayan oğluna karışmadan edemiyor. Her konuda olduğu gibi zar beş-üç gelince yapılması gereken hamle konusunda da anlaşamıyorlar. Onlar didişirken Dalgacı Mahmut fırsattan istifade tavla pullarından birini iki sıra fazla ilerletip kazanmaya yaklaşıyor. Sonra da adama “Hadi hadi oyna, fazla oyalanma. Ayın yüzeyini süpürmeye benzemez bu işler,” deyip ağız dolusu gülüyor. Tavlada kazanan kim olursa olsun çayların Orhan Veli’den olduğunun farkında değil. Çünkü burası Dalgacı Mahmutlar Çarşısı. Buralar komple onun.

 

Yoksa bir “İlk Adım” mı?

10 Bin Adım, yeni nesil içerik platformu Gain Medya’da yayınlanan ve her bölümü sadece on dakika süren bir internet dizisi. Yapımcılığını Zamkinos Film’in üstlendiği dizide her gün birlikte on bin adım atmaya karar veren iki eski sevgilinin yürürken konuştuklarına ve başlarından geçenlere şahit oluyoruz. Dizinin başrollerinde Devin Özgün Çınar ve Engin Günaydın var. Zaten işin yaratıcıları da onlar. Ayşe Arman’a verdikleri röportaja göre iki oyuncu eski arkadaşlarmış ve bu fikri de birlikte yürüyüşe çıktıklarında bulmuşlar. Zamkinos Film ve Gain Medya da heyecanlarını paylaşınca işe koyulmuşlar. Yönetmenliğini Duygu Güzelmeriç’in yaptığı dizinin bölüm hikayelerini de iki oyuncu birlikte geliştiriyormuş ve Devin Özgün Çınar senaryoyu yazıyormuş.

Dizinin ilk sekiz bölümünü izledim. Bence gayet iyi bir konsept. Keyifle izlenen, tatlı bir iş. Sadece şöyle bir şey söyleyebilirim: Bu iki eski sevgilinin ilişkileri yeterince net değil. Nihayetinde on bin adım atmak için herkesle yola çıkılmaz, insan her eski sevgilisiyle de arkadaş kalmaz. Bu ikilinin arkadaş kalmalarını sağlayan şey neydi? Öncesinde iyi arkadaştılar ve şöyle bir deneyip “Bizden sevgili olmaz,” diyerek yine arkadaşlığa mı döndüler? Yoksa çok uzun süren bir ilişki, yıllar içinde romantizmden arınıp bu hale mi geldi? Şu an için iyice arkadaşa bağlamış görünüyorlar ama bir daha birlikte olma ihtimalleri yok mu? Hiç mi yok? İki taraf da bu konuda hem fikir mi? İlişkileri ne kadar sürdü? Biteli ne kadar oldu? Kim kimi terk etti? Neden?

Bu soruların cevapları beraberinde bir sürü hikaye seçeneği ve çatışma getirir. İlk sekiz bölümden edindiğim izlenim karakterlerin eski sevgili olmalarının, teklifsiz bir samimiyet dışında mevcut ilişkilerine pek bir şey katmadığı yönünde. Halbuki ortada ayrıldıktan sonra arkadaş kalabilme gibi özel bir durum var. When Harry Met Sally (Harry Sally’le Tanışınca) filminin temel derdi olan “Cinsellik araya girince arkadaşlık biter mi?” sorusuna cesurca koca bir “Hayır,” cevabı verilmiş ama bunun vurgusu yeterince yapılmadığı için çok başka birlere gidebilecek orijinal bir konseptin henüz tam olarak potansiyeli değerlendirilmiyor bana kalırsa.

İşin yaratıcıları yola çıkarken karakterlerin eski sevgili olmalarının çatışmayı arttıracağını düşündüklerini belirtmişler verdikleri röportajda. Bence bu çok isabetli, doğru bir tespit. Ama bunu uygulamada daha fazla görmeye ihtiyacımız var. Yukarıdaki sorulara daha net cevaplar verilirse eldeki ilginç durumun daha da etkili işlenebileceğini düşünüyorum.

Ama bununla kast ettiğim şey, dizinin kadın-erkek ilişkisi ekseninde ilerlemesi gerektiği değil kesinlikle. Aksine dizinin insani durumlarla, gündelik hayattaki ayrıntılarla derdinin olmasını çok değerli buldum. Ben tüm konulara sızabilecek, ilk bakışta alakasız gibi görünen diyaloglarda bile kendisini belli edebilecek bir şeyden söz ediyorum. Karakterlerin arasındaki ilişkinin doğasına dair ayrıntılar, bölümler içinde ara ara ortaya çıkıp işi zenginleştirebilir.

Tüm bunların yanı sıra yine de umut verici bir iş olduğunu söylemem lazım. Yukarıda söylediklerimi hayata geçirmenin de o kadar kolay olmadığının, on dakikanın insana çok kısıtlı bir oyun alanı sağladığının da farkındayım. Emeği geçenlerin ellerine sağlık. İzlenmek için büyük olaylar peşinde koşmaya ihtiyaç duymayan, hayatta küçük şeylerin de önemli olduğunu hatırlatan ve gücünü biraz da sadeliğinden alan işlere hasret kalmıştık. 10 Bin Adım’ın bu tür yenilikçi işlerin önünü açan bir “ilk adım” olması dileğiyle.

Yazarak kendimizi bulabilir miyiz?

Bazı kitaplar tam da ihtiyacımız olduğu sırada bize kim olduğumuzu hatırlatır ve eve dönüş yolunu gösterir. Benim için Amerikalı yazar Natalie Goldberg’in Writing Down the Bones (Kalpten Yazmak) kitabı öyle. Yazı yazma pratiğiyle meditasyonu yan yana getiren bu kitap Amerika’da ilk kez 1986’da yayınlanmış. Kitabın yazı yazma meselesine getirdiği eşitlikçi, sade yaklaşım insanları epey etkilemiş ve kitap zamanla yaratıcı yazarlık alanının vazgeçilmez kitaplarından biri haline gelmiş.

Benim bu kitapla tanışıklığım ise bundan on yıl kadar önce oldu. Senaryo eğitimi almak için gittiğim Amerika’daki ilk birkaç ayımın sonunda okuldaki hocalarımdan Donna bana bu kitabı hediye etti. O sırada yolumu kaybetmiş gibi hissettiğim dışarıdan da epey belli olmalı. 🙂 O dönem Donna’dan senaryo için fikir geliştirme dersi alıyordum. Ama kitabın senaryo yazımıyla alakası yoktu. Bu kitaptan “Çatışma nasıl kurulur?” veya “Merak duygusu nasıl arttırılır?” gibi şeyler öğrenmek pek mümkün değildi. Oysa benim hızla bunları öğrenmem gerekiyordu. Niye bana bu kitabı vermişti hocam? Yoksa bana “Senden senarist olmaz, yol yakınken dön,” mü demek istiyordu? Sorumun cevabını kitabı okumaya başlayınca buldum.

Kitabın başında şöyle diyor Goldberg: ” Okul hayatım boyunca uslu bir kız oldum. Öğretmenlerimin benden hoşlanmalarını istiyordum. Noktalama işaretlerini öğrendim ve onları yerli yerinde kullanmaya özen gösterdiğim sıkıcı kompozisyonlar yazdım. Öğretmenlerimin beklentilerini karşılamak için can atıyordum.”

“Üniversitedeyken de edebiyata bayılıyordum. Ama neredeyse sadece çoktan bu dünyadan göçüp gitmiş, Avrupalı erkek yazarları okuyordum. Anlattıklarının benim gündelik hayatımla en ufak bir ilgisi yoktu ama onları yine de seviyordum. O sırada gizliden gizliye bir şairle evlenme hayalleri kursam da benim yazabileceğim aklımın ucundan dahi geçmiyordu.”

“Üniversiteden mezun olduğumdaysa kimsenin beni roman okumam için işe almayacağını anladım. Bunun üzerine üç arkadaşımla ortak bir restoran açtık. Restoranın adını da William Burroughs’un romanından hareketle ‘Naked Lunch’ (Çıplak Şölen) koyduk.”

“Restoranın mutfağında sebzeli türlü yaptığım bir gündü. Tezgahın üstündeki patlıcan, kabak, domates, soğan ve sarımsakları doğramam saatlerimi almıştı. Akşam eve yorgun argın giderken kitapçıya uğradım. Orada Erica Jong’un Meyveler ve Sebzeler başlıklı şiir kitabı gözüme çarptı. Kitabı açtığımda karşıma çıkan ilk şiir, patlıcan yemeği yapma üstüneydi! Şaşkına döndüm: Yani bu kadar sıradan, benim hep yaptığım bir şey üstüne yazılabilir miydi? O akşam eve, kendi düşüncelerime ve hislerime güvenip bildiğim şeyi yazma kararıyla gittim. Artık okulda değildim. Ne istersem onu yazabilirdim.”

Bu satırları okuyunca hocamın bana neden bu kitabı verdiğini anladım. O sırada benim de kendi düşüncelerime güvenmeye ihtiyacım vardı. Kaybolmuşluk hissimin tek sorumlusu yabancı bir ülkede olmam ve başka bir dilde kendimi ifade etmeye çabalamam değildi. Goldberg’inkine çok benzer bir hissiyatla yetişmiştim ben de. Bir şey yazdım diye ortaya çıkacaksam haddimi bilmeli ve en azından öncelikle klasikleri bitirmeliydim. Sanki yazmak için önemli sayılan kitaplardan, filmlerden oluşan bir dağı aşmam gerekiyordu önce. Ayrıca yapılacak bir ödev, girilecek bir yarışma yoksa ne yazacağımı da kestiremiyordum.

İlk gençlik çağlarımızda yazmaya niyetlendiğimizde bize verilen ilk tavsiye genelde çok okumamız gerektiği yönünde oluyor. Okumanın bence de bir yazarın eğitiminde önemli bir yeri var. Sonuçta sevdiğiniz bir yazarın meseleyi nasıl ele aldığına yakından bakmak kadar öğretici olan çok az şey vardır. Ama yine de bence yazabilmenin ilk şartı okumak değil, kendi deneyimine değer vermek ve kendi hislerine güvenmek.

Aslolanın kendi deneyimimiz olduğunu kabul etmeden okumaya giriştiğimizde bir tür kitap öğütücüye dönüşüyoruz. Böyle zamanlarda okumak bizi yazıya yaklaştıracağı yerde uzaklaştırıyor ve yazmak giderek daha fazla cesaret isteyen bir eylem halini alıyor.

Kişisel bakış açımızın çok da bir değeri olmadığını hissederek yazının başına oturduğumuzda ilhamı da çok uzaklarda arıyoruz. İçimizden geleni, ilgimizi çekeni yazmaktan çok bizden önceki yazarlara öykünürken buluyoruz kendimizi. Ya da piyasadaki tutmuş işlere bakıp “Bunlar da hep aynı,” diye iç geçirerek harcıyoruz vaktimizi. Ve her zamankinden daha fazla kaybolmuş hissederek kalkıyoruz masadan.

Natalie Goldberg’in buna karşı sunduğu bir çare var: Her gün oturup serbest akış yöntemiyle yazmak. Bu yayınlanır mı, nereye gider, ne olur demeden yazmak. Goldberg “Yazı yazmak, meditasyon gibi insanın kendi zihnini tanıması için eşsiz bir araç,” diyor ve masanın başına geçip kendi içini dinleme alıştırması yapmayı salık veriyor.

Peki ben şimdi tüm bunları neden yazdım?

Açıkçası bu kadar kişisel bir şeyi yazmak benim için o kadar kolay olmadı. Ama yine de bunu yapmayı seçtim. Çünkü yazmayınca yaşamamışız gibi oluyor. Malum, yolunu kaybedip bulmak hayatta sadece bir kez başımıza gelen bir şey değil. Kaybola kaybola eve doğru ilerliyoruz.

Sonraki kaybolmalarımızın, ilkinden tek farkı belki de bu halin sonsuza kadar sürmeyeceğini artık bilmemiz. Biliyoruz ki er ya da geç yerdeki bir ekmek kırıntısı gözümüze çarpacak, bize gitmemiz gereken yolu hatırlatacak. Ve yeniden daha kararlı atmaya başlayacağız adımlarımızı. İşte ben de daha sonra ihtiyaç halinde yerde bir ekmek kırıntısı görme ihtimalimi artırmak için “Zor zamanlarda belki lazım olur,” düşüncesiyle bırakıyorum bu yazıyı buraya.

Bunları yazmamın başka bir nedeni daha var. Natalie Goldberg kendi deneyimini yazmasaydı muhtemelen ben yalnız olmadığımı bilemeyecektim. Bence Donna kendisi de benzer bir dönemeçten geçmemiş olsaydı halimden o kadar iyi anlayamazdı. Eğer siz de böyle bir durumun içindeyseniz bilin ki yalnız değilsiniz. Natalie Goldberg, sevgili hocam Donna, ben ve bir de siz… Nereden baksanız en az dört kişiyiz. 🙂

Jerry Seinfeld’den Yaratıcılık Tüyoları

Jerry Seinfeld, Hemingway gibi “Bırakın yazmayı doğuştan bildiğinizi sansınlar,” diyen ketumlardan değil. Neyi nasıl yaptığını anlatmayı seven bir adam. Dolayısıyla “Ya bu Seinfeld dokuz sezonluk efsanevi diziyi, o stand up gösterilerini nasıl yaratmış? Nasıl kırk yıllık başarılı bir kariyer inşa etmiş kendine?” diye merak edenler olarak şanslıyız.

Seinfeld’in çalışma rutinine dair pek çok ipucunu Jerry Before Seinfeld ve Jerry Seinfeld Comedian gibi belgesellerde bulmak mümkündü zaten. Ama geçtiğimiz günlerde Jerry Seinfeld bir de Tim Ferriss’in podcast’ine katılınca tam oldu. Çünkü Tim Ferriss sistem kurma ve kendini gerçekleştirme gibi benim sevdiğim konuları ele alan bir yazar/podcastçi. Programında ağırladığı konuklarla da genelde bu minvalde söyleşiyor. Seinfeld de konunun ilgilisini bulunca anlattıkça anlatmış ve ortaya bayağı kapsamlı bir söyleşi çıkmış. İşte bu notlar o söyleşiden.

Yeteneğinizi yönetebiliyor musunuz?

Yeteneğe sahip olmak yetmiyor, onunla ne yapacağını da bilmek gerekiyor. Seinfeld yirmi yaşındaki kızının yazıya yeteneği olduğunu ama onun, yeteneğini henüz yönetmeyi bilmediği için zorlandığını söylüyor ve ekliyor: “Yaratıcı bir yeteneğe sahip olmak, bir atınızın olması gibidir. Ya siz onu idare etmeyi öğrenirsiniz. Ya da o ne yapar eder sonunda sizi mahveder.”

Peki yeteneğimizi nasıl yönetebiliriz? Seinfeld, kendisinin kırk yılı aşkın kariyeri boyunca uyguladığı ve kızına önerdiği sistemi bizimle de paylaşıyor.

Her gün yazın

Jerry Seinfeld’in “Zinciri Kırma” yöntemini Barış Özcan’ın alışkanlık edinmeyle ilgili videosundan da hatırlayabilirsiniz. Bu yönteme göre hayatınıza dahil etmek istediğiniz bir alışkanlık seçiyorsunuz. Ve onu her gün yapmak üzere yola çıkıyorsunuz. O eylemi yaptığınız her gün de takviminizi işaretliyorsunuz. Bir süre takvime koyduğunuz işaretler, eylemin kendisinden bağımsız olarak size güç vermeye başlıyor ve zinciri kırmak istemiyorsunuz.

Yazı seansınızın sınırlarını netleştirin

Belirsizlik insanı korkutan ve yazı masasından uzaklaştıran bir şey. Seinfeld de bunun önüne geçmek için yazı seansının sınırlarının net çizilmesi gerektiğini vurguluyor. “O gün neyi ele alacağınızı bilin. Ve masanın başına oturmadan önce ne zaman kalkacağınızı da netleştirin. Yoksa kendinizi işe koyulmaya bir türlü ikna edemezsiniz,” diyor. Seinfeld’in günlerce yazmayıp sonra bir oturuşta saatlerce yazmayı planlayanlara da bir çift sözü var: “Oturup tüm gün yazmak diye bir şey yok. Shakespeare bile tüm gün yazmıyordu! Bu kendine işkence etmekten başka bir şey değil.”

Kendinizi ödüllendirin

Charles Duhigg’in Alışkanlıkların Gücü’nde veya alışkanlık geliştirmeyle ilgili başka bir kitapta denk gelmiş olabilirsiniz: Bir alışkanlığı pekiştirmek için eylemden sonra kendini ödüllendirmek gerekiyor. Seinfeld de aynı şeyden dem vuruyor. “Başardığınız şey kolay değil. Kendinize verdiğiniz sözü tuttunuz, oturup yazdınız. Gidip dondurma yiyin. Ya da ne bileyim sevdiğiniz başka bir şeyi yapın,” diyor.

Yazdığınız şeyi kimseye aynı gün içinde anlatmayın

Seinfeld her gün tekrar tekrar yazı masasının oturabilmek için kendini ödüllendirmenin şart olduğundan bahsederken aslında en büyük ödülün iyi bir şey yazdığınızı bildiğinizde içine girdiğiniz zihin hali olduğunu söylüyor. O kendinden memnun ruh halini koruyabilmek için de o gün yazdığınız şeyi kimseye anlatmamayı salık veriyor. Ertesi gün gelip bir önceki gün yazdıklarımızın aslında sandığımız kadar iyi olmadığını fark edebiliriz ve onlar üstünde çalışabiliriz. Ama bu arada başkalarının fikirleriyle aklımızı bulandırmanın veya keyfimizi kaçırmanın bir anlamı yok. Geri bildirim almanın da yeri, zamanı gelecek.

Not alın

“Hiç bir şey hakkında her şey”i anlatan dizi olarak geçen Seinfeld dizisi, incir çekirdeğini doldurmazmış gibi görünen ayrıntılarla dokuz sezonu devirmeyi başardı. Seinfeld gün içinde ilgisini çeken, onu gıcık eden şeyleri not aldığını söylüyor. Ve bunun çalışma sürecinin önemli bir parçası olduğunu ekliyor.

Seinfeld’in Yaratım Süreci

Seinfeld stand up gösterileri için yazım sürecini de şu şekilde anlatıyor: “Defterimi önüme alıyorum. Burada alt alta not aldığım bana komik veya aptalca gelen şeyler oluyor. Ve buradan insanların benim gördüğüm şeyi görmelerini sağlayacak bir şey çıkarabilir miyim diye bakıyorum. Bu işin en, en başlangıcı. Seçtiğim şey üstüne yazıyorum. Şanslıysam yarım sayfa- bir sayfa çıkıyor ve o günlük onunla işim bitiyor. Ertesi günkü yazı seansımda onu tekrar okuyorum ve neyin hoşuma gidip gitmediğine bakıyorum. Her yazarda olduğu gibi benim için de işin yüzde 95’i yeniden yazmak.”

“Benim için süreç iki aşamadan oluşuyor: Bir serbest yaratma aşaması var. Bir de yapma-cilalama aşaması var. Ben ikinci kısımda çok fazla zaman harcıyorum ve buna da bayılıyorum. Bana kesinlikle zaman kaybı gibi gelmiyor bu. Her bir kelime kulağıma harika gelene kadar uğraşıyorum. Ve nihayet bu anlatmak için sabırsızlandığım bir şey haline gelmiş oluyor. Sahneye çıkıp anlatıyorum. Buna da son derece bilimsel bir şey gibi bakıyorum. Bir deney yapıyorum. Seyirciden “Bu iyi, bu iyi idare eder, bu çok iyi, bu ise felaket,” gibi veriler alıyorum sahnedeyken. Sonra bu verilerle yeniden yazım aşamasına dönüyorum ve sonra yeni fikirler geliyor.”

Tim Ferriss ve Seinfeld söyleşisinde benim burada aktarabildiğimden çok daha fazlası var. Hatta Seinfeld gaza gelmiş, düzenli transandantal meditasyon ve ağırlık kaldırmayla yoluna girmeyecek hayat yok gibi iddialı laflar da etmiş. İlginizi çektiyse Tim Ferriss Show’un 485. bölümünü Spotify’da bulabilirsiniz. Belki ben de zamanında Jerry Seinfeld ve David Lynch’ten özenip nasıl Transandantal Meditasyon’a merak sardığımı başka bir yazıda anlatırım.

Kendin Pişir Kendin Ye

Yeni yıl. Yeni heyecan. Ve yeni bir kararla karşınızdayım: Bundan sonra bu blogu ve Instagram’ı daha farklı bir şekilde kullanacağım. Bu kararımın arkasında takvimdeki sayı değişikliğinden daha fazlası var tabii ki. Son aylarda burada her zamankinden çok daha fazla iyi içerikle karşılaştım ve bunları bayağı ilham verici buldum. (Hepsinden ayrı ayrı bahsedeceğim birazdan.) Bir de arka arkaya yeni platform açıldı. Daha da devamı gelecek gibi görünüyor. Gain Medya bağımsız havadaki içerikleriyle ayrı bir yerde duruyor gözümde. İçerik anlamında “Kendin Pişir, Kendin Ye” dönemine geçtiğimizi hissediyorum ve bu gerçekten heyecan verici. Özellikle de bizim gibi yazan-çizen, üreten insanlar için.

Tüm bunların yanı sıra ben de bunca yıl içimde biraz fazla biriktirmiş olabilirim. Zihnimin içi, bir çöp evden hallice. Üst üste anılar, yazılıp değerlendirilmeyi bekleyen hikaye tohumları, okuduklarım, izlediklerim ve daha bir sürü ıvır zıvır…

Bir de şunu daha iyi anlıyorum artık: Herkes kendini ne kadar anlatıyorsa, ne kadar ortaya koyuyorsa o kadar var oluyor sanki bu dünyada. Bu dönemde bu böyle. Ve buna daha fazla direnmenin bir anlamı yok. “Ben kendimi anlatmayı pek sevmem,” deyip pas geçmek, yerimizi seve seve bir başkasına vermek demek. Şahsen ben bunu daha fazla yapamayacağım. “Ama bir dakika, o koltuğun bir sahibi var,” noktasındayım.

Peki nelerden bahsedeceğim burada?

Gün içinde “Nasıl daha yaratıcı olabilirim?” ve “Nasıl daha iyi bir yazar olabilirim?” sorularına epey kafa yoruyorum, bu konuda okumalar yapıyorum ve kendi deneyimime dikkat kesiliyorum. Son bir yıldır da Yaratıcı Yazarlık, Yaratıcılık Geliştirme konuları üstünde atölye çalışmaları yapıyorum. Ve bu atölye çalışmaları sırasında bu konuda öğrendiklerimi paylaşmayı sevdiğimi fark ettim. Bu yüzden muhtemelen ağırlıklı olarak yaratıcılık ve yazarlık üstüne olacak paylaşımlarım.

Senaristlik yapan biri olarak da bir şey okurken veya izlerken ister istemez “Ya bu hikaye nasıl kurulmuş, nasıl yazılmış, daha başka nasıl olabilirdi?” üstüne de kendi içimde kafa döndürüp bir şeyler yazıyorum. Ama bunlar derinlikli film analizlerinden çok kişisel tercihlerime dair notlar veya işin perde arkasına dair merakımı gidermek için toparladığım bilgiler oluyor genelde. Bugüne kadar benim bu notlarımı kim ne yapsın deyip kendime saklamayı tercih ediyordum. Ama sonra tesadüfen senarist Çağlar Yurt’un hesabına (@cglryrt) denk geldim ve başkalarına ait bu tür notların ne kadar ilgimi çektiğini fark ettim. Burası kişisel bir arşiv yapmak için de doğru mecra olarak göründü. Dolayısıyla izleyip okuduklarımı paylaşmaya da niyetliyim burada.

Bir diğer ilgi alanım da psikoloji. Kendi açmazlarımı çözeyim, etrafımdakileri daha iyi anlayayım derken psikoloji üstüne okuyup düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu alanda yaptıkları ilginç ve düzenli paylaşımlarla bana ilham veren hesaplar Ece Aybike Ala (@eceaybikeala) ve Selin Yetimoğlu (@selinyetimoglu). Ben onlar gibi konunun uzmanı değilim, benimki tamamen kişisel dertten. 🙂 Ama ikisinin de ellerindeki bilgilerin gündelik hayattaki yansımalarına bakmaları, bunları birbirine harmanlamaları hoşuma gidiyor. Ben de elimden geldiğince bu tür paylaşımlarda bulunacağım.

Kısacası bundan sonra Instagram’ı biraz daha farklı ve aktif kullanacağım. İlginizi çekmiyorsa takipten çıkabilir veya sessize alabilirsiniz. Alınmaca, gücenmece yok. 🙂 Ama yok ben iyiyim burada, bakalım neler olacak diyorsanız o zaman hoş geldiniz.

Bundan sonra böyle. Kendin Pişir, Kendin Ye.

Terezin Toplama Kampı’ndan Yemek Tarifleri

Anneme…

Yemek yapmayı öğrenmeye azmetmiş genç bir kadının başlarda tek kaygısı, yaptığı yemeklerle kimsenin zehirlenmesine sebebiyet vermemektir. İşi biraz ilerlettikçe yemeklerini yiyenlerden “Eline sağlık, pek güzel olmuş” cümlesini duymanın mutluluğunu tadar. Ama bu mutfak yolculuğunda aslında daha büyük bir hedefimiz vardır: Bir gün annemizinkiler kadar güzel yemekler yapabilmek.

Yaptığımız yemekleri tencerenin başında tadarken kendi kendimize “Olmuş mu?” diye sorarız ama asıl sorumuz “Anneminkine ne kadar benzemiş?”tir. Defalarca uğraşıp bir türlü tam beceremediğimiz ıspanak yemeği, sonunda annemizinki gibi görünüp daha önceki denemelerimiz gibi ağzımızda acı bir tat bırakmadığında hedefe bir adım daha yaklaştığımızı hissederiz. Pirinç pilavımız aynı annemizinki gibi tane tane olup buram buram tereyağı koktuğunda da bir başka sınavı vermiş oluruz.

Continue reading “Terezin Toplama Kampı’ndan Yemek Tarifleri”

Heather Sellers kendisiyle nasıl tanıştı?

İngilizce öğretmeni Heather Sellers’a merhaba deyin. O da sizinle tanıştığına memnun oldu. Ama iki gün sonra tekrar karşılaştığınızda selamsız sabahsız yanınızdan geçip giderse sakın üstünüze alınmayın. Olur da siz ona selam verirseniz, yüzünüze şaşkın şaşkın bakması ihtimaline de hazırlıklı olun.

Hayır, o dalgınlığıyla ünlü çılgın profesörlerden değil. Michigan’da bir üniversitede yaratıcı yazarlık dersleri veren 40’lı yaşlarındaki Heather Sellers, sadece Amerika’da sayıları beş milyonu bulan yüz körlerinden biri. Yüz körlüğü, bir diğer deyişle “prosopagnosia” genetik yolla geçebildiği gibi, beyinde hasar sonucu da oluşabiliyor.

Continue reading “Heather Sellers kendisiyle nasıl tanıştı?”

Yetmiş Beş Yaşında Olmanın Yazmaya Faydaları

İster sadece ev sakinleri için yazan odasına kapanmış bir yazar olun, isterse Nobel ödülü alarak yazı alanındaki başarısını tüm dünyaya kanıtlamış bir yazar, yazı hayatınızın bir aşamasında yazamamayla karşı karşıya kalacaksınız. Bir gün yazının başına oturduğunuzda aklınız boşlukta yüzüyormuş gibi gelecek, ne yazacağınızı bilemeyeceksiniz. Bir konuda yazmaya karar verseniz bile, bu kez doğru kelimeleri bulamayacak, cümleleri bir türlü toparlayamayacaksınız. Sonunda, dünya üzerinde yazabilecek son insan sizmişsiniz hissine kapılarak yazının başından kalkmak isteyeceksiniz.

Continue reading “Yetmiş Beş Yaşında Olmanın Yazmaya Faydaları”

Güldünya’ya mektup

Sevgili Güldünya,

Sen daha önce hiç mektup aldın mı? O kısa hayatına kaç mektup sığdırdın? Senin hayatın mektuplara sığar mı, Güldünya?

Dünyada şiddete maruz kalan tüm kadınlar, aslında aynı ülkede yaşar. Bu ülkenin sokaklarında, yara izlerini örtmek için makyaj yapmış kadınlar dolaşır. Sokakta karşılaşan her kadın, kendinden bilir o boyanın altında ne olduğunu. Bu maskeye sadece bu ülkenin çorak topraklarında yetişen erkekler kanar. Bu erkekler yaralar açar, yaraları kapatmak için yapılan makyaja tapar. Erkeklerin arasında, bir kadının yaraları tekrar tekrar böyle kanar.

Continue reading “Güldünya’ya mektup”

Blog at WordPress.com.

Up ↑