So, here are some Irish folks not hanging out in ‘Belfast’ but ‘In America’ this time.😊 After checking out Kenneth Branagh’s “Belfast,” I decided to dive into “In America,” a 2002 film that follows an Irish family’s journey to start afresh in Manhattan. Just like how Belfast echoes Branagh’s Irish childhood, “In America” pulls from Jim Sheridan’s own life experiences.
Continue reading “In America”The Lady in the Van
I came across this one while on the hunt for ‘movies with a grumpy old lady.’ If only there were a sub-genre for that. 😊 The 2015 British film ‘The Lady in the Van’ is an adaptation of the acclaimed writer Alan Bennett’s memoir of the same title. It delves into the peculiar relationship between Alan Bennett and the eccentric old lady living in her van parked in his driveway for fifteen years. The memoir transitioned first into a stage play and then into a movie, both under the direction of Bennett’s long-time collaborator Nicholas Hytner.
Continue reading “The Lady in the Van”Vortex
I was about to watch Gaspar Noe’s Vortex based on some positive reviews, but somehow I ended up hooked on this French mini TV series I hadn’t even heard of before. I might have gotten caught in a little vortex there. 🙂 Luckily, it turned out to be a satisfying watch, packing in almost everything I was after: romance, time travel, and police procedural elements, all in full swing.
The 2022 French mini-series Vortex, directed by Slimane-Baptiste Berhoun, follows a police officer who reconnects with his late wife thanks to a virtual reality glitch. He attempts to shed light on the mysterious accident that took her life 27 years earlier. Across the six episodes, we navigate between 1998 and 2025, and what really grabs you is the butterfly effect—a concept we know from films like Back to the Future and, well, The Butterfly Effect. Changing something in the past inevitably has consequences in the present, creating a powerful dilemma for the main character, especially when considering the fact that we usually have to let go of the past to have what we have now.
Apparently, this series is the brainchild of the acclaimed French author Franck Tilliez. Iris Bucher, one of the producers, reveals in an interview that Tilliez initially cooked up this concept as a crime series with looped episodes. However, when it wasn’t picked up by various broadcasters, the project was put on hold for about seven years. (I feel the frustration, Tilliez!) Given a second chance, and with Tilliez unavailable, screenwriters Camille Couasse and Sarah Farkas took over, introducing juicy elements like a love triangle and virtual reality. France 2 committed to the development, and after being broadcasted there, it’s now streaming on Netflix.
It reminds me of the 2000 movie Frequency, where a son reconnects with his late father through radio waves. Seems like technology evolves, but our itch to fix the past remains steadfast.
Belfast
I guess I am quite in awe of the fact that Kenneth Branagh not only made adaptations of Agatha Christie’s works such as ‘Death on the Nile’, ‘Haunting in Venice’, and ‘Murder on the Orient Express’ in the past few years, but also successfully created ‘Belfast’.
Continue reading “Belfast”Never Let Me Go

Being a fan of Kazuo Ishiguro, I just had to drop by and say, “The book beats the movie!” 🙂 But on a serious note, I admit translating the magical atmosphere, deep layered character emotions, and Ishiguro’s distinctive language to the screen is no small feat, as Ishiguro himself humorously noted in an interview, saying, “I try to write un-filmable novels.”
Continue reading “Never Let Me Go”Dream Scenario

What if an ordinary man starts to appear in the dreams of millions of people? Such an interesting premise. It could have been a masterpiece like ‘Groundhog Day’ if only Kristoffer Borgli had handled the character’s transformation better and hadn’t rushed the ending. Still, it’s brilliant.
Continue reading “Dream Scenario”Dalgacı Mahmutluk baba mesleği olursa?
Disney Plus geldiğinden beri her gün oradan bir kısa film izliyorum ve bir on dakikalığına da olsa Pixar-Disney’in naif dünyasında gezinmek nefes aldırıyor. Ama bu filmlerde tatlı bir dünyadan çok daha fazlası var.
Bu filmleri sevmemin temel olarak iki nedeni var. Animasyonun sunduğu teknik imkanlar sayesinde bu hikayelerde şemsiyeden masa lambasına, yanardağdan buluta her şey ana karakter olabiliyor. Etraftaki cansız nesnelerin yerine kendini koymanın ve oradaki hikaye imkanlarını araştırmanın yazar olarak zihnimi açtığını hissediyorum.
Bu kısa filmleri sevmemin bir diğer nedeni de hemen hepsinin hayata dair bilgece bir bakış açısı sunması. Pixar ve Disney’in Inside Out ve Soul gibi filmlerinde üstte akan hikayenin yanı sıra altta daha derin başka bir şey söylemesi beni zaten büyülüyordu ama nihayetinde bunlar uzun metraj işler. Kısa filmlerde de bunun yapılabildiğini görmek beni heyecanlandırıyor. Sırf seyir zevkine odaklanan ve bu yüzden de bir sürü anlamsız entrika ve kavga-dövüşle dolu olan yetişkin işlerinden sonra bunları görmek ferahlatıcı oluyor.
İzledikten sonra beni farklı yerlere götüren son Disney Pixar kısa filmi La Luna (Boy on the Moon) oldu. (Dikkat: Yazının bundan sonrası spoiler içerir. İmkanınız varsa bir koşu La Luna’yı izleyin gelin, sonra tekrar burada buluşalım. Epi topu yedi dakika. Halihazırda izlemiş olanlar veya spoiler yemekten korkmayanlar tam gaz devam.) Yönetmenliğini ve senaristliğini Enrico Casarosa’nın yaptığı bu 2011 yapımı kısa filmde ayın şeklinin değiştirilmesinden sorumlu bir ailenin içindeki kuşak çatışması anlatılıyor.
Gecenin bir yarısı gökyüzüne uzanan tahta bir merdivenle aya çıkıp onun yüzeyini süpüren ve dolunayı hilale çeviren dede, baba ve çocuğu izleyince “Bir dakika ya… Bu bana hiç yabancı gelmiyor,” oldum. Biraz düşündüm ve… Dalgacı Mahmut! Tabii ya! O da “Gökyüzünü boyarım her sabah./ Hepiniz uykudayken./ Uyanır bakarsınız ki mavi,” demiyor muydu? Ha gökyüzü boyamışsın ha aya şekil vermişsin. Enrico Casarosa’nın Orhan Veli okuduğunu hiç sanmıyorum. Ama işte bu dünyadaki hayat deneyimimiz bize çok benzer şeyler düşündürüyor farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda yaşamış bile olsak. Bunlar da kaçınılmaz olarak üretilen işlere yansıyor. Okuyucu/izleyici olarak bize de değişik formlarda karşımıza çıkan akraba fikirleri keşfetmek ve metinlerarası bağlantılar kurup heyecanlanmak düşüyor.
Metinlerarası demişken Beliz Güçbilmez’i anmamak olmaz. Beliz hocanın sizi alıp metinlerin aralarındaki dehlizlerde dolaştırdığı, farklı bir okuma ve o yazma metodu sunduğu atölye serisiyle ilgili ne desem az kalır. Beliz hoca konusuna karşı tutku duyan ve bilme-keşfetme heyecanına sizi de ortak eden bir hoca. Eğitim hayatımız boyunca karşılaştığımız türlü marazlara sahip onca hocadan sonra başka bir öğrenme-öğretme deneyiminin mümkün olduğunu görmek için bile gidilir. Atölyelerin içeriği ve tarihleriyle ilgili ayrıntılı bilgiye www.belizgucbilmez.com adresinden ulaşabilirsiniz. Tadımlık olarak da Nilay Örnek’in Nasıl Olunur? serisindeki Beliz Güçbilmez bölümünü tavsiye ederim. Storytel’den veya Spotify’dan ulaşabilirsiniz. Konunun uzmanlarıyla söyleştiği Nasıl Olunur’da Nilay Örnek çok iyi iş çıkarıyor. Bu da başka bir yazının konusu olsun.
İzlediğim/okuduğum işler zihnime kök salıp orada şekil değiştiriyorlar bazen. Hayalimde Dalgacı Mahmut’la bu ay işlerinden sorumlu ailenin eski dar bir sokakta kutu gibi dükkanları var yan yana. Demirciler çarşısı gibi burası da Dalgacı Mahmutlar Çarşısı. Köşede güneşin derecesini ayarlayan bir dükkan var, biraz ileride de rüzgar işlerine bakan deneyimli bir usta. Lodostan hafif bir esintiye her türden rüzgarı çıkarması iki dakikasını alır en fazla. Bizimkiler gece mesai yaptıklarından ancak öğleden sonra açıyorlar dükkanlarını. Dükkanın önüne koydukları taburelerde tavla oynuyorlar. Çocuk şapkasını ters takmış etrafta koştururken dede de Dalgacı Mahmut’la tavla oynayan oğluna karışmadan edemiyor. Her konuda olduğu gibi zar beş-üç gelince yapılması gereken hamle konusunda da anlaşamıyorlar. Onlar didişirken Dalgacı Mahmut fırsattan istifade tavla pullarından birini iki sıra fazla ilerletip kazanmaya yaklaşıyor. Sonra da adama “Hadi hadi oyna, fazla oyalanma. Ayın yüzeyini süpürmeye benzemez bu işler,” deyip ağız dolusu gülüyor. Tavlada kazanan kim olursa olsun çayların Orhan Veli’den olduğunun farkında değil. Çünkü burası Dalgacı Mahmutlar Çarşısı. Buralar komple onun.
Yoksa bir “İlk Adım” mı?
10 Bin Adım, yeni nesil içerik platformu Gain Medya’da yayınlanan ve her bölümü sadece on dakika süren bir internet dizisi. Yapımcılığını Zamkinos Film’in üstlendiği dizide her gün birlikte on bin adım atmaya karar veren iki eski sevgilinin yürürken konuştuklarına ve başlarından geçenlere şahit oluyoruz. Dizinin başrollerinde Devin Özgün Çınar ve Engin Günaydın var. Zaten işin yaratıcıları da onlar. Ayşe Arman’a verdikleri röportaja göre iki oyuncu eski arkadaşlarmış ve bu fikri de birlikte yürüyüşe çıktıklarında bulmuşlar. Zamkinos Film ve Gain Medya da heyecanlarını paylaşınca işe koyulmuşlar. Yönetmenliğini Duygu Güzelmeriç’in yaptığı dizinin bölüm hikayelerini de iki oyuncu birlikte geliştiriyormuş ve Devin Özgün Çınar senaryoyu yazıyormuş.
Dizinin ilk sekiz bölümünü izledim. Bence gayet iyi bir konsept. Keyifle izlenen, tatlı bir iş. Sadece şöyle bir şey söyleyebilirim: Bu iki eski sevgilinin ilişkileri yeterince net değil. Nihayetinde on bin adım atmak için herkesle yola çıkılmaz, insan her eski sevgilisiyle de arkadaş kalmaz. Bu ikilinin arkadaş kalmalarını sağlayan şey neydi? Öncesinde iyi arkadaştılar ve şöyle bir deneyip “Bizden sevgili olmaz,” diyerek yine arkadaşlığa mı döndüler? Yoksa çok uzun süren bir ilişki, yıllar içinde romantizmden arınıp bu hale mi geldi? Şu an için iyice arkadaşa bağlamış görünüyorlar ama bir daha birlikte olma ihtimalleri yok mu? Hiç mi yok? İki taraf da bu konuda hem fikir mi? İlişkileri ne kadar sürdü? Biteli ne kadar oldu? Kim kimi terk etti? Neden?
Bu soruların cevapları beraberinde bir sürü hikaye seçeneği ve çatışma getirir. İlk sekiz bölümden edindiğim izlenim karakterlerin eski sevgili olmalarının, teklifsiz bir samimiyet dışında mevcut ilişkilerine pek bir şey katmadığı yönünde. Halbuki ortada ayrıldıktan sonra arkadaş kalabilme gibi özel bir durum var. When Harry Met Sally (Harry Sally’le Tanışınca) filminin temel derdi olan “Cinsellik araya girince arkadaşlık biter mi?” sorusuna cesurca koca bir “Hayır,” cevabı verilmiş ama bunun vurgusu yeterince yapılmadığı için çok başka birlere gidebilecek orijinal bir konseptin henüz tam olarak potansiyeli değerlendirilmiyor bana kalırsa.
İşin yaratıcıları yola çıkarken karakterlerin eski sevgili olmalarının çatışmayı arttıracağını düşündüklerini belirtmişler verdikleri röportajda. Bence bu çok isabetli, doğru bir tespit. Ama bunu uygulamada daha fazla görmeye ihtiyacımız var. Yukarıdaki sorulara daha net cevaplar verilirse eldeki ilginç durumun daha da etkili işlenebileceğini düşünüyorum.
Ama bununla kast ettiğim şey, dizinin kadın-erkek ilişkisi ekseninde ilerlemesi gerektiği değil kesinlikle. Aksine dizinin insani durumlarla, gündelik hayattaki ayrıntılarla derdinin olmasını çok değerli buldum. Ben tüm konulara sızabilecek, ilk bakışta alakasız gibi görünen diyaloglarda bile kendisini belli edebilecek bir şeyden söz ediyorum. Karakterlerin arasındaki ilişkinin doğasına dair ayrıntılar, bölümler içinde ara ara ortaya çıkıp işi zenginleştirebilir.
Tüm bunların yanı sıra yine de umut verici bir iş olduğunu söylemem lazım. Yukarıda söylediklerimi hayata geçirmenin de o kadar kolay olmadığının, on dakikanın insana çok kısıtlı bir oyun alanı sağladığının da farkındayım. Emeği geçenlerin ellerine sağlık. İzlenmek için büyük olaylar peşinde koşmaya ihtiyaç duymayan, hayatta küçük şeylerin de önemli olduğunu hatırlatan ve gücünü biraz da sadeliğinden alan işlere hasret kalmıştık. 10 Bin Adım’ın bu tür yenilikçi işlerin önünü açan bir “ilk adım” olması dileğiyle.
Senaryo Yazarının El Kitabı
Senaryo Yazarının El Kitabı‘nın Türkçesi nihayet çıkmış. (Çeviri: Mehmet Gürsel) Alfa Yayınları, Syd Field’ın Senaryo Yazımının Temelleri kitabından sonra bunu da basmış. Benim de bundan senarist Meriç Demiray’ın (@mericdemiray) Instagram’da yaptığı bir paylaşım sayesinde haberim oldu. Heyecanla sizinle paylaşmaya geldim. Bu kez çok faydasını gördüğüm bir kitaptan bahsedip “Ama henüz Türkçesi yok,” demek durumunda kalmayacağım için mutluyum. “Umarım önümüzdeki yıllarda bu alanda daha çok kitap Türkçeye kazandırılır,” diyor ve başlıyorum.
Syd Field, Amerika’da ilk kez 1970’lerin sonunda yayınlanan Senaryo Yazımının Temelleri ve onun peşi sıra gelen Senaryo Yazarının El Kitabı‘yla Amerikan film sektörünü derinden etkilemiş bir senaryo gurusu. Temel olarak yaptığı şey Aristo’nun Poetika’da sözünü ettiği üç perdeli dramatik yapının günümüzdeki hikaye anlatımında hâlâ geçerli olduğunu hatırlatmak. Field modern filmlerden verdiği örneklerle bu tezini destekliyor ve senaryo yazarlarına hikayelerini inşa edebilecekleri sağlam bir yapı modeli sunuyor.
Senaryo Yazımının Temelleri işin teorisini kavramak için iyi bir giriş kitabı. Ama benim için Senaryo Yazarının El Kitabı ayrı bir yere sahip. Çünkü işin teorisini ne kadar okursanız okuyun, derste ne kadar dinlerseniz dinleyin yazmak; öğrendiklerinizi kendi hikayenize uygulamak başka bir şey. Tüm o bilgiler eşliğinde masanın başına geçtiğinizde “İyi, güzel tamam da… Şimdi ne yapacağız peki?” diye kalıveriyorsunuz. İşte Field’ın söz konusu kitabı bu noktada devreye giriyor. Kitap, fikir aşamasından senaryonun son halini vermeye kadar yazım sürecinde sizi adım adım yönlendiriyor. Başlangıçta zihninizde gaz ve toz bulutu halinde bulunan hikayenizin yavaş yavaş şekilleniyor.
Ben Senaryo Yazarının El Kitabı‘yla San Francisco’da okuduğum dönemde tanıştım. Senaryoya giriş dersinde temel kitabımız buydu. Dönemin sonunda iyi kötü bir uzun metraj senaryo teslim edebildiysem tamamen bu kitabın sayesindedir. Senaryo yazım sürecine pratik bir yaklaşım getiren bu kitapla birlikte yazım sürecinin belli bir ölçüde kontrol edilebilir bir şey olduğunu, bir delilik olarak yaşanması gerekmediğini de daha iyi anladım.
Yıllar içinde hem birlikte çalıştığım insanlardan hem de kendi yazı deneyimimden yazım süreciyle ilgili epey şey öğrendim. Artık hikaye geliştirip senaryo yazarken bu kitaptaki aşamaları bire bir takip ettiğimi söyleyemem ama yine de her projenin başında mutlaka bu kitaba uğruyorum. Syd Field’ın bu kitabı, ince bir ipin üstünden karşıya geçmeye çalışan cambazın altındaki güvenlik ağını hatırlatıyor bana. Belki zaman içinde bacaklarımızın titrekliği azalmış ve vizyonumuz güçlenmiştir ama yine de her ihtimale karşı Syd Field’in orada olduğunu bilmek iyi gelir.
“Bir keresinde öyle bir kar yağdı ki…”
Natalie Goldberg’ten bahsedip bahsedip bir tane bile serbest yazma alıştırması paylaşmasam olmazdı. Serbest yazma yöntemi, uzun yıllar okulda yüksek not almak için yazmak durumunda kalmanın getirdiği tedirginliği üstümüzden atmak veya elimizi yazıya alıştırmak için oldukça etkili bir yöntem.
Bu alıştırmayı yapmak için daha önceden yaratıcı yazarlıkla ilgili herhangi bir eğitim almış olmanıza gerek yok. Eğer on beş dakikanız varsa hadi kağıt kaleminizi alın, beraber yapalım.
Evin rahat ettiğiniz bir köşesine geçin. Kağıdın en tepesine “Bir keresinde öyle bir kar yağdı ki…” yazın. Bu çıkış noktamız. Saatinizi on dakika sonrasına ayarlayın. Ve aklınıza gelenleri olduğu gibi yazmaya başlayın. Tek kural var, süre dolana kadar elinizi kaldırmadan yazmanız. Dilbilgisi veya noktalama işaretlerine takılmayın. Anlamlı bir bütün oluşturmaya da çalışmayın. Sadece yazın.
Continue reading ““Bir keresinde öyle bir kar yağdı ki…””