This month, our Script Club focused on the Turkish version of Call My Agent! (the acclaimed French series Dix Pour Cent).
As I dug into the pilot script, I noticed the starkly different creative choices between the French and Turkish versions.
Sure, much of it comes down to culture, industry norms, and audience expectations but what fascinated me was how these elements translate into the dramatic codes of each country. And as a writer, I wondered if I could learn something from seeing how each remake reshaped the same story through its own lens.
Here is what I did to find out.
Dalgacı Mahmutluk baba mesleği olursa?
Disney Plus geldiğinden beri her gün oradan bir kısa film izliyorum ve bir on dakikalığına da olsa Pixar-Disney’in naif dünyasında gezinmek nefes aldırıyor. Ama bu filmlerde tatlı bir dünyadan çok daha fazlası var.
Bu filmleri sevmemin temel olarak iki nedeni var. Animasyonun sunduğu teknik imkanlar sayesinde bu hikayelerde şemsiyeden masa lambasına, yanardağdan buluta her şey ana karakter olabiliyor. Etraftaki cansız nesnelerin yerine kendini koymanın ve oradaki hikaye imkanlarını araştırmanın yazar olarak zihnimi açtığını hissediyorum.
Bu kısa filmleri sevmemin bir diğer nedeni de hemen hepsinin hayata dair bilgece bir bakış açısı sunması. Pixar ve Disney’in Inside Out ve Soul gibi filmlerinde üstte akan hikayenin yanı sıra altta daha derin başka bir şey söylemesi beni zaten büyülüyordu ama nihayetinde bunlar uzun metraj işler. Kısa filmlerde de bunun yapılabildiğini görmek beni heyecanlandırıyor. Sırf seyir zevkine odaklanan ve bu yüzden de bir sürü anlamsız entrika ve kavga-dövüşle dolu olan yetişkin işlerinden sonra bunları görmek ferahlatıcı oluyor.
İzledikten sonra beni farklı yerlere götüren son Disney Pixar kısa filmi La Luna (Boy on the Moon) oldu. (Dikkat: Yazının bundan sonrası spoiler içerir. İmkanınız varsa bir koşu La Luna’yı izleyin gelin, sonra tekrar burada buluşalım. Epi topu yedi dakika. Halihazırda izlemiş olanlar veya spoiler yemekten korkmayanlar tam gaz devam.) Yönetmenliğini ve senaristliğini Enrico Casarosa’nın yaptığı bu 2011 yapımı kısa filmde ayın şeklinin değiştirilmesinden sorumlu bir ailenin içindeki kuşak çatışması anlatılıyor.
Gecenin bir yarısı gökyüzüne uzanan tahta bir merdivenle aya çıkıp onun yüzeyini süpüren ve dolunayı hilale çeviren dede, baba ve çocuğu izleyince “Bir dakika ya… Bu bana hiç yabancı gelmiyor,” oldum. Biraz düşündüm ve… Dalgacı Mahmut! Tabii ya! O da “Gökyüzünü boyarım her sabah./ Hepiniz uykudayken./ Uyanır bakarsınız ki mavi,” demiyor muydu? Ha gökyüzü boyamışsın ha aya şekil vermişsin. Enrico Casarosa’nın Orhan Veli okuduğunu hiç sanmıyorum. Ama işte bu dünyadaki hayat deneyimimiz bize çok benzer şeyler düşündürüyor farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda yaşamış bile olsak. Bunlar da kaçınılmaz olarak üretilen işlere yansıyor. Okuyucu/izleyici olarak bize de değişik formlarda karşımıza çıkan akraba fikirleri keşfetmek ve metinlerarası bağlantılar kurup heyecanlanmak düşüyor.
Metinlerarası demişken Beliz Güçbilmez’i anmamak olmaz. Beliz hocanın sizi alıp metinlerin aralarındaki dehlizlerde dolaştırdığı, farklı bir okuma ve o yazma metodu sunduğu atölye serisiyle ilgili ne desem az kalır. Beliz hoca konusuna karşı tutku duyan ve bilme-keşfetme heyecanına sizi de ortak eden bir hoca. Eğitim hayatımız boyunca karşılaştığımız türlü marazlara sahip onca hocadan sonra başka bir öğrenme-öğretme deneyiminin mümkün olduğunu görmek için bile gidilir. Atölyelerin içeriği ve tarihleriyle ilgili ayrıntılı bilgiye www.belizgucbilmez.com adresinden ulaşabilirsiniz. Tadımlık olarak da Nilay Örnek’in Nasıl Olunur? serisindeki Beliz Güçbilmez bölümünü tavsiye ederim. Storytel’den veya Spotify’dan ulaşabilirsiniz. Konunun uzmanlarıyla söyleştiği Nasıl Olunur’da Nilay Örnek çok iyi iş çıkarıyor. Bu da başka bir yazının konusu olsun.
İzlediğim/okuduğum işler zihnime kök salıp orada şekil değiştiriyorlar bazen. Hayalimde Dalgacı Mahmut’la bu ay işlerinden sorumlu ailenin eski dar bir sokakta kutu gibi dükkanları var yan yana. Demirciler çarşısı gibi burası da Dalgacı Mahmutlar Çarşısı. Köşede güneşin derecesini ayarlayan bir dükkan var, biraz ileride de rüzgar işlerine bakan deneyimli bir usta. Lodostan hafif bir esintiye her türden rüzgarı çıkarması iki dakikasını alır en fazla. Bizimkiler gece mesai yaptıklarından ancak öğleden sonra açıyorlar dükkanlarını. Dükkanın önüne koydukları taburelerde tavla oynuyorlar. Çocuk şapkasını ters takmış etrafta koştururken dede de Dalgacı Mahmut’la tavla oynayan oğluna karışmadan edemiyor. Her konuda olduğu gibi zar beş-üç gelince yapılması gereken hamle konusunda da anlaşamıyorlar. Onlar didişirken Dalgacı Mahmut fırsattan istifade tavla pullarından birini iki sıra fazla ilerletip kazanmaya yaklaşıyor. Sonra da adama “Hadi hadi oyna, fazla oyalanma. Ayın yüzeyini süpürmeye benzemez bu işler,” deyip ağız dolusu gülüyor. Tavlada kazanan kim olursa olsun çayların Orhan Veli’den olduğunun farkında değil. Çünkü burası Dalgacı Mahmutlar Çarşısı. Buralar komple onun.
Yoksa bir “İlk Adım” mı?
10 Bin Adım, yeni nesil içerik platformu Gain Medya’da yayınlanan ve her bölümü sadece on dakika süren bir internet dizisi. Yapımcılığını Zamkinos Film’in üstlendiği dizide her gün birlikte on bin adım atmaya karar veren iki eski sevgilinin yürürken konuştuklarına ve başlarından geçenlere şahit oluyoruz. Dizinin başrollerinde Devin Özgün Çınar ve Engin Günaydın var. Zaten işin yaratıcıları da onlar. Ayşe Arman’a verdikleri röportaja göre iki oyuncu eski arkadaşlarmış ve bu fikri de birlikte yürüyüşe çıktıklarında bulmuşlar. Zamkinos Film ve Gain Medya da heyecanlarını paylaşınca işe koyulmuşlar. Yönetmenliğini Duygu Güzelmeriç’in yaptığı dizinin bölüm hikayelerini de iki oyuncu birlikte geliştiriyormuş ve Devin Özgün Çınar senaryoyu yazıyormuş.
Dizinin ilk sekiz bölümünü izledim. Bence gayet iyi bir konsept. Keyifle izlenen, tatlı bir iş. Sadece şöyle bir şey söyleyebilirim: Bu iki eski sevgilinin ilişkileri yeterince net değil. Nihayetinde on bin adım atmak için herkesle yola çıkılmaz, insan her eski sevgilisiyle de arkadaş kalmaz. Bu ikilinin arkadaş kalmalarını sağlayan şey neydi? Öncesinde iyi arkadaştılar ve şöyle bir deneyip “Bizden sevgili olmaz,” diyerek yine arkadaşlığa mı döndüler? Yoksa çok uzun süren bir ilişki, yıllar içinde romantizmden arınıp bu hale mi geldi? Şu an için iyice arkadaşa bağlamış görünüyorlar ama bir daha birlikte olma ihtimalleri yok mu? Hiç mi yok? İki taraf da bu konuda hem fikir mi? İlişkileri ne kadar sürdü? Biteli ne kadar oldu? Kim kimi terk etti? Neden?
Bu soruların cevapları beraberinde bir sürü hikaye seçeneği ve çatışma getirir. İlk sekiz bölümden edindiğim izlenim karakterlerin eski sevgili olmalarının, teklifsiz bir samimiyet dışında mevcut ilişkilerine pek bir şey katmadığı yönünde. Halbuki ortada ayrıldıktan sonra arkadaş kalabilme gibi özel bir durum var. When Harry Met Sally (Harry Sally’le Tanışınca) filminin temel derdi olan “Cinsellik araya girince arkadaşlık biter mi?” sorusuna cesurca koca bir “Hayır,” cevabı verilmiş ama bunun vurgusu yeterince yapılmadığı için çok başka birlere gidebilecek orijinal bir konseptin henüz tam olarak potansiyeli değerlendirilmiyor bana kalırsa.
İşin yaratıcıları yola çıkarken karakterlerin eski sevgili olmalarının çatışmayı arttıracağını düşündüklerini belirtmişler verdikleri röportajda. Bence bu çok isabetli, doğru bir tespit. Ama bunu uygulamada daha fazla görmeye ihtiyacımız var. Yukarıdaki sorulara daha net cevaplar verilirse eldeki ilginç durumun daha da etkili işlenebileceğini düşünüyorum.
Ama bununla kast ettiğim şey, dizinin kadın-erkek ilişkisi ekseninde ilerlemesi gerektiği değil kesinlikle. Aksine dizinin insani durumlarla, gündelik hayattaki ayrıntılarla derdinin olmasını çok değerli buldum. Ben tüm konulara sızabilecek, ilk bakışta alakasız gibi görünen diyaloglarda bile kendisini belli edebilecek bir şeyden söz ediyorum. Karakterlerin arasındaki ilişkinin doğasına dair ayrıntılar, bölümler içinde ara ara ortaya çıkıp işi zenginleştirebilir.
Tüm bunların yanı sıra yine de umut verici bir iş olduğunu söylemem lazım. Yukarıda söylediklerimi hayata geçirmenin de o kadar kolay olmadığının, on dakikanın insana çok kısıtlı bir oyun alanı sağladığının da farkındayım. Emeği geçenlerin ellerine sağlık. İzlenmek için büyük olaylar peşinde koşmaya ihtiyaç duymayan, hayatta küçük şeylerin de önemli olduğunu hatırlatan ve gücünü biraz da sadeliğinden alan işlere hasret kalmıştık. 10 Bin Adım’ın bu tür yenilikçi işlerin önünü açan bir “ilk adım” olması dileğiyle.
Jerry Seinfeld’den Yaratıcılık Tüyoları
Jerry Seinfeld, Hemingway gibi “Bırakın yazmayı doğuştan bildiğinizi sansınlar,” diyen ketumlardan değil. Neyi nasıl yaptığını anlatmayı seven bir adam. Dolayısıyla “Ya bu Seinfeld dokuz sezonluk efsanevi diziyi, o stand up gösterilerini nasıl yaratmış? Nasıl kırk yıllık başarılı bir kariyer inşa etmiş kendine?” diye merak edenler olarak şanslıyız.
Seinfeld’in çalışma rutinine dair pek çok ipucunu Jerry Before Seinfeld ve Jerry Seinfeld Comedian gibi belgesellerde bulmak mümkündü zaten. Ama geçtiğimiz günlerde Jerry Seinfeld bir de Tim Ferriss’in podcast’ine katılınca tam oldu. Çünkü Tim Ferriss sistem kurma ve kendini gerçekleştirme gibi benim sevdiğim konuları ele alan bir yazar/podcastçi. Programında ağırladığı konuklarla da genelde bu minvalde söyleşiyor. Seinfeld de konunun ilgilisini bulunca anlattıkça anlatmış ve ortaya bayağı kapsamlı bir söyleşi çıkmış. İşte bu notlar o söyleşiden.
Yeteneğinizi yönetebiliyor musunuz?
Yeteneğe sahip olmak yetmiyor, onunla ne yapacağını da bilmek gerekiyor. Seinfeld yirmi yaşındaki kızının yazıya yeteneği olduğunu ama onun, yeteneğini henüz yönetmeyi bilmediği için zorlandığını söylüyor ve ekliyor: “Yaratıcı bir yeteneğe sahip olmak, bir atınızın olması gibidir. Ya siz onu idare etmeyi öğrenirsiniz. Ya da o ne yapar eder sonunda sizi mahveder.”
Peki yeteneğimizi nasıl yönetebiliriz? Seinfeld, kendisinin kırk yılı aşkın kariyeri boyunca uyguladığı ve kızına önerdiği sistemi bizimle de paylaşıyor.
Her gün yazın
Jerry Seinfeld’in “Zinciri Kırma” yöntemini Barış Özcan’ın alışkanlık edinmeyle ilgili videosundan da hatırlayabilirsiniz. Bu yönteme göre hayatınıza dahil etmek istediğiniz bir alışkanlık seçiyorsunuz. Ve onu her gün yapmak üzere yola çıkıyorsunuz. O eylemi yaptığınız her gün de takviminizi işaretliyorsunuz. Bir süre takvime koyduğunuz işaretler, eylemin kendisinden bağımsız olarak size güç vermeye başlıyor ve zinciri kırmak istemiyorsunuz.
Yazı seansınızın sınırlarını netleştirin
Belirsizlik insanı korkutan ve yazı masasından uzaklaştıran bir şey. Seinfeld de bunun önüne geçmek için yazı seansının sınırlarının net çizilmesi gerektiğini vurguluyor. “O gün neyi ele alacağınızı bilin. Ve masanın başına oturmadan önce ne zaman kalkacağınızı da netleştirin. Yoksa kendinizi işe koyulmaya bir türlü ikna edemezsiniz,” diyor. Seinfeld’in günlerce yazmayıp sonra bir oturuşta saatlerce yazmayı planlayanlara da bir çift sözü var: “Oturup tüm gün yazmak diye bir şey yok. Shakespeare bile tüm gün yazmıyordu! Bu kendine işkence etmekten başka bir şey değil.”
Kendinizi ödüllendirin
Charles Duhigg’in Alışkanlıkların Gücü’nde veya alışkanlık geliştirmeyle ilgili başka bir kitapta denk gelmiş olabilirsiniz: Bir alışkanlığı pekiştirmek için eylemden sonra kendini ödüllendirmek gerekiyor. Seinfeld de aynı şeyden dem vuruyor. “Başardığınız şey kolay değil. Kendinize verdiğiniz sözü tuttunuz, oturup yazdınız. Gidip dondurma yiyin. Ya da ne bileyim sevdiğiniz başka bir şeyi yapın,” diyor.
Yazdığınız şeyi kimseye aynı gün içinde anlatmayın
Seinfeld her gün tekrar tekrar yazı masasının oturabilmek için kendini ödüllendirmenin şart olduğundan bahsederken aslında en büyük ödülün iyi bir şey yazdığınızı bildiğinizde içine girdiğiniz zihin hali olduğunu söylüyor. O kendinden memnun ruh halini koruyabilmek için de o gün yazdığınız şeyi kimseye anlatmamayı salık veriyor. Ertesi gün gelip bir önceki gün yazdıklarımızın aslında sandığımız kadar iyi olmadığını fark edebiliriz ve onlar üstünde çalışabiliriz. Ama bu arada başkalarının fikirleriyle aklımızı bulandırmanın veya keyfimizi kaçırmanın bir anlamı yok. Geri bildirim almanın da yeri, zamanı gelecek.
Not alın
“Hiç bir şey hakkında her şey”i anlatan dizi olarak geçen Seinfeld dizisi, incir çekirdeğini doldurmazmış gibi görünen ayrıntılarla dokuz sezonu devirmeyi başardı. Seinfeld gün içinde ilgisini çeken, onu gıcık eden şeyleri not aldığını söylüyor. Ve bunun çalışma sürecinin önemli bir parçası olduğunu ekliyor.
Seinfeld’in Yaratım Süreci
Seinfeld stand up gösterileri için yazım sürecini de şu şekilde anlatıyor: “Defterimi önüme alıyorum. Burada alt alta not aldığım bana komik veya aptalca gelen şeyler oluyor. Ve buradan insanların benim gördüğüm şeyi görmelerini sağlayacak bir şey çıkarabilir miyim diye bakıyorum. Bu işin en, en başlangıcı. Seçtiğim şey üstüne yazıyorum. Şanslıysam yarım sayfa- bir sayfa çıkıyor ve o günlük onunla işim bitiyor. Ertesi günkü yazı seansımda onu tekrar okuyorum ve neyin hoşuma gidip gitmediğine bakıyorum. Her yazarda olduğu gibi benim için de işin yüzde 95’i yeniden yazmak.”
“Benim için süreç iki aşamadan oluşuyor: Bir serbest yaratma aşaması var. Bir de yapma-cilalama aşaması var. Ben ikinci kısımda çok fazla zaman harcıyorum ve buna da bayılıyorum. Bana kesinlikle zaman kaybı gibi gelmiyor bu. Her bir kelime kulağıma harika gelene kadar uğraşıyorum. Ve nihayet bu anlatmak için sabırsızlandığım bir şey haline gelmiş oluyor. Sahneye çıkıp anlatıyorum. Buna da son derece bilimsel bir şey gibi bakıyorum. Bir deney yapıyorum. Seyirciden “Bu iyi, bu iyi idare eder, bu çok iyi, bu ise felaket,” gibi veriler alıyorum sahnedeyken. Sonra bu verilerle yeniden yazım aşamasına dönüyorum ve sonra yeni fikirler geliyor.”
Tim Ferriss ve Seinfeld söyleşisinde benim burada aktarabildiğimden çok daha fazlası var. Hatta Seinfeld gaza gelmiş, düzenli transandantal meditasyon ve ağırlık kaldırmayla yoluna girmeyecek hayat yok gibi iddialı laflar da etmiş. İlginizi çektiyse Tim Ferriss Show’un 485. bölümünü Spotify’da bulabilirsiniz. Belki ben de zamanında Jerry Seinfeld ve David Lynch’ten özenip nasıl Transandantal Meditasyon’a merak sardığımı başka bir yazıda anlatırım.
Kendin Pişir Kendin Ye
Yeni yıl. Yeni heyecan. Ve yeni bir kararla karşınızdayım: Bundan sonra bu blogu ve Instagram’ı daha farklı bir şekilde kullanacağım. Bu kararımın arkasında takvimdeki sayı değişikliğinden daha fazlası var tabii ki. Son aylarda burada her zamankinden çok daha fazla iyi içerikle karşılaştım ve bunları bayağı ilham verici buldum. (Hepsinden ayrı ayrı bahsedeceğim birazdan.) Bir de arka arkaya yeni platform açıldı. Daha da devamı gelecek gibi görünüyor. Gain Medya bağımsız havadaki içerikleriyle ayrı bir yerde duruyor gözümde. İçerik anlamında “Kendin Pişir, Kendin Ye” dönemine geçtiğimizi hissediyorum ve bu gerçekten heyecan verici. Özellikle de bizim gibi yazan-çizen, üreten insanlar için.
Tüm bunların yanı sıra ben de bunca yıl içimde biraz fazla biriktirmiş olabilirim. Zihnimin içi, bir çöp evden hallice. Üst üste anılar, yazılıp değerlendirilmeyi bekleyen hikaye tohumları, okuduklarım, izlediklerim ve daha bir sürü ıvır zıvır…
Bir de şunu daha iyi anlıyorum artık: Herkes kendini ne kadar anlatıyorsa, ne kadar ortaya koyuyorsa o kadar var oluyor sanki bu dünyada. Bu dönemde bu böyle. Ve buna daha fazla direnmenin bir anlamı yok. “Ben kendimi anlatmayı pek sevmem,” deyip pas geçmek, yerimizi seve seve bir başkasına vermek demek. Şahsen ben bunu daha fazla yapamayacağım. “Ama bir dakika, o koltuğun bir sahibi var,” noktasındayım.
Peki nelerden bahsedeceğim burada?
Gün içinde “Nasıl daha yaratıcı olabilirim?” ve “Nasıl daha iyi bir yazar olabilirim?” sorularına epey kafa yoruyorum, bu konuda okumalar yapıyorum ve kendi deneyimime dikkat kesiliyorum. Son bir yıldır da Yaratıcı Yazarlık, Yaratıcılık Geliştirme konuları üstünde atölye çalışmaları yapıyorum. Ve bu atölye çalışmaları sırasında bu konuda öğrendiklerimi paylaşmayı sevdiğimi fark ettim. Bu yüzden muhtemelen ağırlıklı olarak yaratıcılık ve yazarlık üstüne olacak paylaşımlarım.
Senaristlik yapan biri olarak da bir şey okurken veya izlerken ister istemez “Ya bu hikaye nasıl kurulmuş, nasıl yazılmış, daha başka nasıl olabilirdi?” üstüne de kendi içimde kafa döndürüp bir şeyler yazıyorum. Ama bunlar derinlikli film analizlerinden çok kişisel tercihlerime dair notlar veya işin perde arkasına dair merakımı gidermek için toparladığım bilgiler oluyor genelde. Bugüne kadar benim bu notlarımı kim ne yapsın deyip kendime saklamayı tercih ediyordum. Ama sonra tesadüfen senarist Çağlar Yurt’un hesabına (@cglryrt) denk geldim ve başkalarına ait bu tür notların ne kadar ilgimi çektiğini fark ettim. Burası kişisel bir arşiv yapmak için de doğru mecra olarak göründü. Dolayısıyla izleyip okuduklarımı paylaşmaya da niyetliyim burada.
Bir diğer ilgi alanım da psikoloji. Kendi açmazlarımı çözeyim, etrafımdakileri daha iyi anlayayım derken psikoloji üstüne okuyup düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu alanda yaptıkları ilginç ve düzenli paylaşımlarla bana ilham veren hesaplar Ece Aybike Ala (@eceaybikeala) ve Selin Yetimoğlu (@selinyetimoglu). Ben onlar gibi konunun uzmanı değilim, benimki tamamen kişisel dertten. 🙂 Ama ikisinin de ellerindeki bilgilerin gündelik hayattaki yansımalarına bakmaları, bunları birbirine harmanlamaları hoşuma gidiyor. Ben de elimden geldiğince bu tür paylaşımlarda bulunacağım.
Kısacası bundan sonra Instagram’ı biraz daha farklı ve aktif kullanacağım. İlginizi çekmiyorsa takipten çıkabilir veya sessize alabilirsiniz. Alınmaca, gücenmece yok. 🙂 Ama yok ben iyiyim burada, bakalım neler olacak diyorsanız o zaman hoş geldiniz.
Bundan sonra böyle. Kendin Pişir, Kendin Ye.
İp İzi
O, Hasan Basri Çantay Mahallesi’nin biricik Örümcek Nazan’ıydı. Hafif alık bakan patlak gözlerini saymazsak son derece eli yüzü düzgün bir kızcağız olan Nazan’a hayvanlar âleminden devşirme bir lakabın reva görülmesi yersiz değildi. On üç yaşından beri bir elinden tığı, diğer elinden ipi eksik etmeyen Nazan, sebat sahibi bir örümcek misali sabırla dantelden ağlar örmesiyle bilinirdi. Mahalleli, buram buram ekşi peynir kokan Uğur Bakkaliyesinin sahibi Nuri’nin ortanca kızı Nazan’la karışmasın diye de zaman içinde ondan Örümcek Nazan diye bahseder oldu.
Örümcek Nazan’ın tığ düşkünlüğünün sebebiyet verdiği tek şey, kulağa biraz ürkütücü gelen bu lakap değildi. Aslına bakarsanız, bugüne kadar başına ne geldiyse ve o kadar isteyip beklediği hâlde ne gelmediyse hepsinin altında bu tığ merakı vardı. Örümcek Nazan’ın yirmi yıllık kısa kişisel tarihi masaya yatırılsa hayatını tığdan önce (TÖ) ve tığdan sonra (TS) diye ayırmak son derece yerinde olurdu. Tığ işinin ne olduğunu bilmeden geçirdiği ilk on üç yıl, Nazan’ın hatırlamak bile istemediği karanlık çağlarıydı. Nazan tam on üç yaşındayken annesi Kevser, kızının ısrarlarına daha fazla dayanamayıp ona zincir çekmesini öğretti de Nazan’ın küçük mutsuzluklarla dolu karanlık çağları sona eriverdi.
Ama Nazan’ın hayatındaki karanlığın, eline tığ aldığı anda birden bire dağıldığını iddia etmek şanlı tarih anlatımının coşkusuna kapılıp gerçeği saptırmak olur. Önceleri eli ilk defa tığ gören her yeniyetme gibi Nazan’ın da tığı kavrayışı, ipi parmağına dolayışı pek acemiceydi. Hele tığı doğru yere batırmaya çalışırken dilini hafiften dışarı çıkarıp ağzının etrafında gezdirmesi yok muydu, karşısında oturanı inceden inceye sinir ederdi. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de solaktı; yaptığı iş eline yakışmaz, onu izleyen bir şeylerin ters gittiği hissine kapılmadan edemezdi. Zaten annesinin diğer ev işlerinde bir hayrını görmediği Nazan’dan tığ konusunda da pek ümidi yoktu. “En fazla bir iki el bezi, hadi bilemedin zigon sehpa için bir örtü yapar sonra bir kenara bırakır bunu da. Ben malımı bilmez miyim, fazla sıkıntıya gelemez benim kızım.” derdi ona kahve içip oturmaya gelen komşularına.
Balıkesir’in Hasan Basri Çantay mahallesinde her kız çocuğunun eline “Boş durmasın, en azından kendi çeyizi için küçük de olsa bir şeyler yapmaya başlasın.” denerek tığ, şiş veya iğne verilirdi. Ama daha dün mahallenin tozlu kaldırımlarına oturup çamurdan köfte yoğuran ergen kızların arasından bu işin sonunu getirebilen pek az çıkardı. Çoğu, uzun uzun, bir yere varmayan zincirler çekip ipleri ziyan ettiğiyle kalırdı. Kiminin sabrı yetmez, eli yatmazdı öyle inci gibi zincirleri dizmeye. Kiminin de dili iğnesinden sivri çıkar, elinden çok ağzı işlerdi. Ama elinden başka bir iş gelmeyen Nazan, o terli minik ellerine verilen tığa sıkı sıkı yapıştı, bir daha da onu bırakmayı aklına bile getirmedi.
Kahvaltı sonrası, uyku öncesi demeden her fırsatta eline tığı alan Nazan’ın önce kaskatı duran gergin omuzları gevşedi, sonra elleri hız kazandı, parmaklarına maharet geldi. O günden sonra da elinin altındaki ilmeklerin kolay kolay bir yere kaçmasına izin vermeyen Örümcek Nazan’ın üstüne değişik bir hâl geliverdi. Nazan’daki değişimi evde ilk dillendiren de ondan üç yaş büyük ağabeyi Ersin oldu.
Geçen yıl ortaokulu bitirip marangoz Hayri Usta’nın yanına çırak giren Ersin, leş gibi ter ve ayak koktuğunu bildiği hâlde kurt gibi aç olduğu için işten geldiği gibi doğrudan akşam yemeği masasına gelip kurulduğunda Nazan’dan beklediği tepkiyi göremeyince şaşırmış, “Hayırdır kız, bir durgunluk var sende?” demeden edememişti. Eskiden olsa masadaki mis gibi kuru fasulyenin bile kokusunu bastıracak güçte olan bu ağır koku karşısında Nazan isyan eder, Ersin’in ne ayılığını bırakırdı, ne iğrençliğini. Ama Nazan bu kez Ersin’in en sinsi sataşma çabalarını bile boşa çıkarmış, omuz silkip geçmişti. Çünkü aklı, akşam yemeği için sofraya çağrılınca yarım bırakmak zorunda kaldığı çiçek motifli sehpa örtüsündeydi. Her ne kadar sofrada ağabeyinin yanında oturmuş tabağındaki fasulye tanelerini kaşıklıyor gibi görünse de aslında pencere kenarındaki divana tünemiş, her bir yaprağını tek tek işlediği dantelden çiçeğinin kenarlarına pıtırık yapmakla meşguldü.
Bir süredir uzaktan uzağa Nazan’ı izlemekte olan annesi Kevser, oğlu Ersin’den çok önce kızının ne kadar değiştiğini fark etmiş ama “Nazar değer de yine eski deli kız oluverir maazallah.” diye düşünüp kimselere bir şey dememişti. Annesine olur olmadık bağıran, akşam yemeğinde bir köfte yüzünden ağabeyi Ersin’le didişen, babası bütün akşam sigara içip maç izliyor diye surat asan Nazan gitmiş, yerine daha uysal bir kız gelmişti. Nazan’ın tuvalete kapanıp yerli yersiz ağladığı günler de belli ki çok gerilerde kalmıştı. Tüm bunların hepsi işte bir tığın hikmetiydi. Çünkü Nazan, her şanslı kadının er ya da geç, hayatının bir döneminde nail olacağı şu kadim bilgiye bu erken yaşında erişmişti: Tığ işinin insana unutturamayacağı dert yoktu.
Nazan, okulda öğretmenden azar mı yedi, eskisi gibi kendini paralamak yerine eve koşup eline tığını, ipini alıyor, hırsla zincirleri birbirine ekliyordu. Her zincirde, okul da öğrencilerini yerli yersiz haşlamaktan adeta zevk alan öğretmen de biraz daha gerilerde kalıyordu. Bir zincir, bir zincir daha derken Nazan sonunda terli ellerini sıraya yapıştırıp sessizce öğretmenin sinirinin geçmesini bekleyen o küçük kızdan da uzaklaşıyordu. Tığın deva olduğu tek dert bu da değildi. Arkadaşlarının doğum günlerine giymeye, insan içine çıkmaya tek bir kıyafeti mi yok, veriyordu kendini perde kenar süsüne. Evde onu anlayan tek bir Allah’ın kulu yok mu, çek kızım oradan bir top dantel ipi daha!
Yıldız motifi, çiçekli daire modeli derken el bezleri, gümüşlükler birbirini izledi, Nazan’ın dantel işlerini koyduğu torbası dolup taşmaya başladı. Nazan on beşine geldiğinde kendi çeyizini çoktan tamamlamış, evde kenarına süs çekilmemiş havlu bırakmamıştı. Ünü de mahalleye yayılmaya başlamıştı. Mahallede sütün en tazesini, elbisenin en güzelini nereden alacağını iyi bilen güngörmüş kadınlar da “Ayol daha parmak kadar çocuk, nasıl yapsın?” demeden Nazan’a dantel siparişleri verir olmuştu. Eli kalemden çok tığ gördüğü hâlde Nazan’ın dersleri yine de fena değildi. Evlere temizliğe gidip belini bükmekten yorulan annesi Kevser, “Bizim oğlan okumadı ama Nazan liseye gidecek inşallah.” diyordu. Ama alt kat komşuları Şükran Hanım’ın Nazan’a fiskos masa örtüsü siparişi vermesinin ardından gelişen olaylar, Kevser’in umutlarını suya düşürdü.
Şükran Hanım, “Oralarda daha iyilerini bulur mutlaka.” demeyip Almanya’ya gelin gidecek kızı Mine’nin çeyizi için fiskos masa örtüsü sipariş ettiğinde, Nazan orta sona gidiyordu. Kendi elleriyle yapacağı fiskos masa örtüsünün Mine ablasıyla birlikte ta Almanyalara gideceği düşüncesiyle kendinden geçen Nazan, hiç üşenmeyip piyasadaki son moda dantel modellerini araştırdı, içlerinden insanın hem gözüne hem ruhuna hitap edenini, en zorunu, en güzelini seçti. İplerin de en kalitelisini aldı, şevkle işe koyuldu. Nazan, parmaklarına gülkurusu rengindeki ipi dolayıp zincirleri sıralarken bir yandan da hayal kurmadan edemedi.
Mine ablanın Almanya’daki evine “hoş geldin”e gelen misafirlerin salona girdiklerinde gözlerine ilk çarpan şey, Nazan’ın el emeği fiskos masa örtüsü oluyormuş. Misafirler, gülkurusu rengindeki fiskos masa örtüsüne adeta karşı konulmaz bir çekim hissediyor, yanına gidip bakmaktan, dokunmaktan kendilerini alamıyorlarmış. Parmaklarını örtünün üstünde gezdirirken “Ne kadar da yumuşak!” diyorlarmış şaşırarak. Biraz daha yakından bakınca da ilmeklerin düzgünlüğüne, sıraların inci gibi dizilmesine hayran oluyorlarmış. Bu noktada Mine abla “Onu bizim eski mahalleden Nazan yaptı, daha on beş yaşında ama çok yetenekli maşallah.” diyormuş. O günden sonra da Nazan’a Almanya’dan gelen dantel siparişlerinin ardı arkası kesilmiyormuş.
Nazan bu hayale kendisini öyle kaptırdı ki, Mine ablasının fiskos masa örtüsünü bir an önce bitirebilmek için “Yarına coğrafya sınavım var.”, “Uykum geldi.” demeden gece gündüz tığ işi yapar oldu. Hatta bir gece rüyasında bile zincir çekip tırabzan çıktığını gördü. Bu rüyayı gördüğünün hemen ertesi sabahında da okula giderken çantasına, tarih kitabıyla matematik defterinin yanına tığını ve ipini koymadan edemedi.
Sınıfta orta sıralarda, öğretmenlerin kolay kolay gözüne çarpmayacak bir yerde oturan Nazan’ın planı, dersi dinlerken bir yandan da sıranın altında dantel işlemekti. İlk ders tarihti. Varisleri yüzünden bacakları sızım sızım sızlayan Tarihçi Zerrin, kürsüdeki yerinden milim kımıldamadan tarihin tozlu sayfalarında geziniyordu. Sümerler yazıyı bulurken Nazan da öğretmene yakalanmadan iki sıra dantel işlemeyi başarmıştı. Zaten ders dışında başka şeylerle ilgilenen bir tek o değildi Allah için. Sıranın altında cep telefonuyla oynayan da vardı, önündeki deftere bir şeyler karalayan da. Ama Matematikçi Kazım’ın dersinde işler o kadar yolunda gitmedi.
Matematikçi Kazım, tahtaya öğrencilerin kolayca çözemeyeceğinden emin olduğu bir problemi yazıp “Hadi çözün bakalım!” demiş, şimdi de tahtanın yanında dikilmiş gevrek gevrek sırıtarak sınıfı süzüyordu. Sınıfın çalışkanlarından Gülden ağlamaklı bir sesle “Öğretmenim, 3a + 2b = 105 olduğundan emin misiniz? Yanlış çıkıyor hep sonuç…” diye itiraz ederken ön sırada oturan Mehmet parmağını havada sallayarak “A eşittir 16! Yok, yok 18!” diye bağırıyordu. Sınıfta sayılar havada uçuştukça ilmekleri içinden sayarak atmakta olan Nazan’ın kafası karıştı da karıştı. Matematikçi Kazım, zevkten dört köşe bir şekilde tahtaya çözümü yazıp “İşte bu kadar basit çocuklar…” diyeceği anın gelmesini beklerken Nazan hariç bütün sınıf, tahtadaki problemle cebelleşiyordu. Nazan ise “Beğendiniz mi yaptığınızı, şimdi hepsini baştan sayıp yapmam gerekecek” diye söylenip başını öne eğdi, elindeki dantelin son sırasında parmak uçlarını gezdirerek tırabzanları tek tek saymaya koyuldu.
Çalı kaşlı Kazım, tek tek öğrencilere göz gezdirip sınıfta kurduğu hâkimiyetin yoklamasını yaparken gözleri, sıranın altında parmaklarını oynatıp duran Nazan’a takıldı ve “Bu yaşa geldiniz hâlâ mı parmak hesabı? Hiç mi bir şey öğretemedim ben size! Pes doğrusu!” diye kükredi. Elindeki işe kendini iyice kaptırmış olan Nazan, hocanın ona kızdığını bile anlamadı, sıranın altında tırabzanları saymaya devam etti. Bunun üzerine daha da heyheylenen Kazım, Nazan’ın yanına gelip de tığı, gülkurusu danteli görünce iyice küplere bindi. Önce Nazan’ı şöyle bir oturduğu yerde sarstı, hızını alamadı, Nazan’ın küçük sol yanağına okkalı bir tokat patlattı. Tığ, Nazan’ın terli ellerinden kaydı, yere düşüp tıngırdadı. Nazan ise yanan kırmızı suratıyla sırasında oturdu kaldı.
Ama bu tokat da Matematikçi Kazım’ın öfkesini dindirmeye yetmedi. Çalı kaşlı Kazım, tahtadaki problemi bir kenara bıraktı, “Okul değil, devlet dairesi mübarek! Hanımefendi otursun örgüsünü yapsın, biz de burada bir şey öğreteceğiz diye kendimizi paralayalım!” diye söylenmeye başladı. Bu arada tebeşir tozuna bulanmış ellerini birbirine çarpıyor, havada oluşan tebeşir tozu bulutlarının ardından esip gürlemeye devam ediyordu. Nazan, hocanın elini her şaklatışında yanağına inen tokadı hatırlıyor, biraz daha pusuyordu. Matematikçi Kazım, tam sakinleşecek gibi oldu mu, kendi kendini tekrar coşturuyor “Anlatıyoruz ama dinleyen kim? Başçavuşun eşeği osuruyor çünkü burada!” diye devam ediyordu. Normalde zaten gülmeye yer arayan sınıfın fırlamaları bu lafı duyunca makaraları koyuverirlerdi ama onlar da korkudan put kesilmişti, gözlerini bile kırpmadılar.
Bu olaydan sonra Nazan iyice okuldan soğudu. Tüm bu olanları unutabilmesi için Mine’nin çeyizlik masa örtüsü yetmedi, üstüne iki de oval tepsi örtüsü yapması gerekti. Sene sonu gelene kadar ayağını sürüye sürüye okula gidip geldi ama dönemi tamamlayıp ortaokuldan mezun olunca önümüzdeki sene liseye başlamamaya ant içti. Nazan’a göre zaman put gibi bir okul sırasında oturma değil, artık ipleri eline alma zamanıydı. Elleri tığ eşliğinde oynasın, aklı gidebildiği kadar uzaklara gitsin, bundan böyle ona kimse karışmasındı. Böylece Örümcek Nazan, okulu bıraktı ve mahalledeki hülyalı ev kızlarının arasında yerini almış oldu.
Ama Allah için Nazan’ın, televizyonda gördüğü zenginlerin hayatlarına özenip internetten İstanbullu zengin koca avına girişen hülyalı mahalle kızlarından farkı vardı. Nazan’ın böyle taraklarda bezi yoktu; yoksul olduklarının farkında değildi ki zengin olma hayali kursun. Çünkü Nazan, unutmak ve olan bitenden uzaklaşmak niyetiyle çıktığı dantel yolculuğunda zaman içinde becerilerini geliştirmiş; hoşuna gitmeyen gerçeklerin üstünü bir güzel örtebilme, idare eder durumda olanların da kenarlarına oya işleyip onları güzelleştirme noktasına erişmişti. İşte mahallenin kuaföründe çalışan İzzet’e âşık olması tam da bu döneme rastladı. Kuaför İzzet’e duyduğu aşk, Örümcek Nazan’ın ustalık eseridir denebilirdi gönül rahatlığıyla.
Örümcek Nazan, uzaktan akrabaları Ulviye’nin kına gecesine hazırlık için mahallenin kuaförüne gidip askerden yeni dönmüş, yirmi iki yaşında, sırım gibi bir delikanlı olan İzzet’le ilk kez karşılaştığında on sekizine yeni basmıştı. Saçını dağınık topuz yaptırma niyetiyle kuaföre adım atan Nazan’ın gözleri, aynadan ona utangaç bir gülümsemeyle bakıp saçlarıyla oynayan İzzet’in koyu kahverengi gözleriyle buluşunca kafası dağılıp gitmiş, ne yapacağını, ne istediğini şaşırmış; maşa çekilip salık bırakılmış saçlarla ayrılmıştı kuaförden.
O günden sonra dantel işlerken aklı artık uzaklara gitmiyor, her ne hikmetse çekilen tüm zincirler onu tıpış tıpış iki sokak ötedeki mahallenin kuaförüne götürüyor, İzzet’in önündeki koltuğa oturtup bırakıyordu. Örümcek Nazan, ilk ziyaretindeki aynadan bakışmaları, “Kafanı öne eğ.” cümlesi eşliğinde ensesine hafif dokunuşları o kadar çok düşündü ki saçlarını kestirme bahanesiyle iki ay sonra kuaförün yolunu tutması kaçınılmaz oldu.
Nazan, kuaförde oturmuş elindeki derginin sayfalarını karıştırıp sırasını beklerken, kapıdan her giren kadını, yavşak gülümsemesiyle süzen Kuaför Ramazan’ın değil, içerideki cıstak müzik sesinin yüksekliğine ve kurutma makinesinin gürültüsüne rağmen müşterisiyle dört başı mamur muhabbet etmeyi başaran zevzek Kuaför Hamdi’nin de değil, biricik İzzet’inin onunla ilgilenmesi için dua etti. On beş dakika sonra saçları ılık suyun altında İzzet’in esmer, kemikli elleri tarafından yıkanırken Örümcek Nazan bu kaygısını çoktan unutmuş, bugüne kadar tatmamış olduğu dünya nimetlerinden biriyle daha onu tanıştırdığı için Allah’ına şükrediyordu. Sevdiği erkek tarafından saçlarının usul usul yıkanması bu dünyada kaç kadına nasip olurdu?
Bundan böyle Nazan her ay İzzet’in çalıştığı kuaföre gidip saçlarını uçlarından kestirir oldu. “Nasılsa kökü bende” deyip saçlarını cesaretle kestiren kadınlar misali, Nazan’ın İzzet’e duyduğu aşkın kökleri o kadar derinlerdeydi ki saçlarını ne kadar kestirse azdı. Neyse ki Örümcek Nazan’ın aşkı karşılıksız değildi, daha doğrusu bu aşkın ispatına girişen Nazan öyle düşünüyordu. İzzet onu sevmese her gittiğinde bütün müşterilerini bırakıp onunla ilgilenir miydi? Sırılsıklam âşık olmasa saçlarını yıkarken Nazan’ın kulağına şefkatle “Su fazla mı sıcak?” diye fısıldar mıydı? İzzet, Nazan’ın o kadar üstüne titriyordu ki, tek bir kılına zarar gelsin istemiyor, kafa derisinin en ufak bir şekilde tahriş olma düşüncesine katlanamıyordu. Sadece biraz utangaçtı İzzet, işte bundan dolayı Nazan’a açılamıyordu. Ama Nazan’ın görüp fark etmesi için aşkının göstergesi olan küçük nişaneler bırakıyordu etrafa. Mesela Nazan’ın tepesinde kestirecek saçın kalmadığı günlerin gelmesi pek yakınken, İzzet onu görmeye devam edebilmek için “Daha fazla kesmeyelim saçlarını, bu boy iyi. Sen föne gel en iyisi.” demişti. Böylece Nazan her Cuma, saçına fön çektirmeye başlamıştı da iki âşık daha sık görüşür olmuştu. Örümcek Nazan’ın her hafta fön çekile çekile tel tel pişmaniyeye dönmüş saçlarından Kuaför İzzet sorumluydu.
Nazan, bu haftalık buluşmalardan arta kalan zamanı evde tığ eşliğinde, önceki buluşmanın değerlendirmesini ve bir sonraki buluşmanın provasını yaparak geçiriyordu. Annesi Kevser temizliğe, ağabeyi Ersin marangoz atölyesine, babası da üç yıldır çalıştığı avizeciye gitmek için sabah erkenden evden çıktığından ev gündüzleri Nazan’a kalıyor, kimse ona ilişmiyordu. Böylece Nazan da İzzet’in hatırı sayılır bir yer kapladığı hayal âleminde istediği gibi at koşturabiliyordu.
Ama söz konusu olan İzzet’le ilgili hayallere dalmak olunca Nazan’a gündüzler yetmiyordu. Örümcek Nazan, Kuaför İzzet’e tutulduğundan beri geceleri de yatağa tığla girmek gibi garip bir huy edinmişti. Annesi Kevser’in “Elinde tığla uyuyakalacaksın bir gün, maazallah batıverecek bir yerlerine!” uyarılarına karşın Nazan her gece eline tığı alıp tam yüz bir tane zincir çekmeden uyumuyordu. Çünkü nereden çıkardıysa “Allah’ım tez zamanda beni İzzet’ime kavuştur, muradımıza erelim.” diye dua ederken tespih yerine zincir çekmenin dualarını daha etkili kılacağına inanmıştı bir kere.
Gidişat da Örümcek Nazan’ın yakın zamanda muradına ereceğini gösteriyordu. Kuaföre gittiğinde artık herkes onun İzzet için geldiğini biliyor, İzzet’e “Geldi yine seninki.” manasında kaş göz işaretleri yapıp bıyık altından gülüyorlardı. Nazan, o yokken kendi bahsinin geçtiğini anlıyor, İzzet’in “O sizin yengeniz, ona yamuk yapayım demeyin ha!” dediğini tahmin ediyordu. Diğerleri de İzzet’in sözünü dinleyip ayaklarını denk alıyordu Allah için. Yılışıklığı paçalarından akan Kuaför Ramazan bile artık Nazan’ı baştan aşağı süzmüyor, saygıda kusur etmiyordu. Ama yine de aşklarını açıktan açığa yaşayamıyorlardı. Çünkü İzzet, o iri yarı vücudundan beklenmeyecek ölçüde çekingendi, bir türlü bariz bir adım atmıyordu. Örümcek Nazan bazen buna dertleniyor ama sonra bu çekingenliğin İzzet’e farklı bir hava kattığında karar kılıyordu. Biricik İzzet’ini; zevzek Hamdi’den veya yılışık Ramazan’dan ayıran ve en küçük bir hareketini bile özel kılan şey, işte bu utangaçlığı değil miydi? İzzet sıkılgan mizacına rağmen öyle aynadan bakıp mahcup gülümsüyor, ellerini Nazan’ın saçlarında okşar gibi gezdiriyor ve “Saçının dalgası çok güzel, yüzüne çok gidiyor.” deme cüretini gösteriyordu.
Örümcek Nazan, kuaföre gide gele duyduklarından şunu anlamıştı. İzzet ve Hamdi, bu kuaförü bırakıp kendi yerlerini açmanın planlarını yapıyorlardı. Tabii bundan ne kasada her daim asık suratla oturan büyük patronun ne de diğer usta kuaför Ramazan’ın haberi vardı. Ama camekânında “İzzet & Hamdi Kuaför” yazan bir mekânın açılması pek yakındı. Para biriktiriyor ve işlek bir caddede yer bakıyorlardı, daha ne olsundu. Hele bir kendi yerlerine geçsinler, işte o zaman İzzet, askerliğini yapıp kendi işini kurmuş, yani hayatını rayına oturtmuş bir adam olarak Örümcek Nazan’ın karşısına dikilecek “Benimle evlen, daha fazla dayanamıyorum, bitsin artık bu hasret!” diyecekti. O gün gelene kadar da Örümcek Nazan’ın her gece yüz bir zincir çekip dua etmekten ve İzzet’in ona deli gibi âşık olduğuna dair etrafa yayılmış kanıtları toplamaktan başka çaresi yoktu.
Bir gün İzzet öyle bir şey yaptı ki, Örümcek Nazan’a “Bundan âlâ kanıt mı olur, bunu ancak tutkuyla kavrulan bir erkek yapar. Düğünüm yakındır, sazları hazırlayın!” dedirtti. Kuaförün fazla kalabalık olmadığı, kaprisli gelinlerin ortalarda dolaşıp heyecanlı damatların da kapılarda beklemediği bir gündü. Ama herkesin de yapacak işi vardı. Kuaför Hamdi kırk yaşlarında bir kadının saçlarına meç atarken, Ramazan da üniversite öğrencisi görünümlü bir kıza kâkül kesmekle meşguldü. Çıraklar da her zamanki gibi ortalarda fink atıyor, yeri geliyor kafasında kat kat alüminyum folyolarla beklemekten içine fenalıklar gelen bir hanımefendiye açık bir çay getiriyor, yeri geliyor ustalarına tarak tutuyorlardı. Büyük patron kasada bulmaca çözüyor, manikürcü kızlar da dükkânın önünde saç boyası lekeli havluların kurutulduğu askılığın yanında sigara tüttürüp müşteri bekliyorlardı. İzzet ve Nazan ise köşede her zamanki aşk ritüellerini yerine getiriyorlardı. Nazan’ın saçlarının ağır ağır taranıp okşanması bitmiş, fırça ve kurutma makinesiyle fönlenmesine geçilmişti. Örümcek Nazan o sırada sağ omzunda bir baskı hissetti. Önce İzzet’in iki eli de dolu olduğundan koyacak yer bulamadığı için sık sık apış arasına sıkıştırmak zorunda kaldığı kurutma makinesi sandı. Ama kurutma makinesi hemen önünde; fırça ve tarakların yanında duruyordu. Aynadan baktığında ise arkasında duran İzzet’in ona dayanıp hafifçe sürtündüğünü gördü. Örümcek Nazan, sağ omzunda hissettiği şeyin İzzet’in erkekliği olduğunu anlayınca kulaklarına kadar kızardı. Okulda öğretmenden tokat yediğinde nasıl donup kalmışsa öyle kaldı. Birbirinden bu kadar iki farklı davranışa aynı tepkiyi veren vücuduna şaştı. Terleyen ellerini bu kez sıraya değil, dönerli koltuğun kolçağına yapıştırdı. Gayri ihtiyarı ya biri görürse diye düşünüp etrafa bakındı. Kimse onlara bakmıyordu, herkes kendi havasında oynuyordu. Zaten baksalar da görecekleri tek şey, İzzet’in Nazan’ın saçlarını iki yana tarayıp ayırdığı bir tutamı firketeyle tutturduğu olurdu. Gerçi Kuaför İzzet’in her zamanki mahcup gülümsemesinin yerini, ince dudaklarının ucuna kondurduğu çapkın bir gülüş almıştı ama bunun ne anlama geldiğini de Nazan’dan başkası bilemezdi.
O gün Örümcek Nazan eve gidip pencerenin yanındaki divana kurulduğunda sadece kulakları değil, yanakları ve omzu da yanıyordu. Akşam olup ev ahalisi birer birer dökülene kadar Nazan, Meral Hanımların siparişi kare masa örtüsünü işlerken bir yandan da kuafördeki sahneyi aklına kazıdı. Aynı şeyi defalarca kafasında canlandırıp kendi kendine içinden tekrarlıyordu. Bunları başka kimseye anlatamazdı çünkü anlamazlardı. Aşklarının seyrini bilmeyen biri, İzzet’in yaptığını basbayağı taciz olarak adlandırır, o kuaföre bir daha adım atmamasını tembihlerdi. Ama işte o kadar basit değildi. Örümcek Nazan tığı, deliğe her batırışında ancak tutkuyla seven bir erkeğin böyle bir işe kalkışacağına biraz daha ikna oldu. Hatta İzzet’in onu böyle karanlık yollara sapacak kadar çok istemiş olması, Nazan’ın aşkını daha da depreştirdi.
Nazan, zincirleri birbirine ekleyip İzzet’in çikolata ve çiçekle kapılarına dayanacağı günün hayaliyle ayları yılları geçiredursun, annesi Kevser de bu sırada büyük dikkatle kızını izliyordu. Üstelik eskisi gibi yabani bir kuşu ürkütmek istemeyen avcı temkinliliğinde uzaktan da değil. Çünkü Kevser yıllardır yaptığı gözlemler sonucunda bu kuşun kendinden başka bir şeyi görecek durumda olmadığını, bu yüzden de dibine kadar sokulup baksa da hiç fark etmeyeceğini çoktan anlamış bulunuyordu. Sol eline tığı ilk aldığı andan itibaren üstüne bir hâller gelen Nazan’ın geçirdiği değişim yıllardır durmak bitmek bilmemişti. Hayal âleminin topraklarını elindeki tığla milim milim kazıp ilerleyen Nazan, her dantelle biraz daha derinlere gidip etrafında ne olup bittiğinden iyice habersiz hâle gelmişti. Sonunda Kevser’in biricik ağlak kızı, gamsızın biri olup çıkmıştı. Geçen ay yirmisinden gün alan Nazan’a, elinde tığıyla ipi olduğu sürece bir şey olmazdı. Kimse onu ağlatamaz, canını acıtamazdı. Beli bükük, omuzları çökük Kevser’in her duyanın içine fenalıklar bastıran derin iç çekişi bile Nazan’a işlemezdi. İşte bu durum Kevser’in canını sıkıyordu. Kızını sevmediğinden onun kötü olmasını istediğinden değil, sadece Nazan hayal âleminde yaşadığı sürece kendisi evin içinde çok yalnız kaldığından… Kocasından ne kadar bıktığını, el âlemin kirini yıllardır ova ova bitiremediğini ve tüm bunlardan çok yorulduğunu anlatacağı kimsesi yoktu. Böyle zamanlarda Kevser kuşu ürkütmekten korkmak bir yana dursun, doğrudan ona taş atmak geçiriyordu içinden. Gerekirse attığı taşla yaralanan kuşun kanadını kendi sarardı. Ama önce Nazan yara almalı, kanı az da olsa akmalıydı. Bu, Kevser’in hiç beklemediği kadar çabuk oldu ve tahmin bile edemeyeceği bir şekilde gerçekleşti.
Kuafördeki o malum olayın üzerinden bir ay geçmemişti. Örümcek Nazan hiçbir şey olmamış gibi kuaföre gidip gelmeye devam ediyor, sabırsızlıkla İzzet’in bir sonraki adımını bekliyordu. İzzet bir daha tutkusunu o denli açığa vuran bir girişimde bulunmamışsa da bakışmalar, saç okşamalar, iltifatlar gırla gidiyordu. Nazan kuaföre gittiği günlerden birinde çıkışta eski sınıf arkadaşı Serap’la karşılaştı. Ortaokuldayken bile kaşlarını çoktan almaya başlamış olan kokoş Serap “Ah canım, seni gördüğüme ne kadar sevindim, bilemezsin.” dedi, Nazan’a sıkıca sarılıp iki yanağından öptü. “Ben de tam seni arayacaktım.” dedikten sonra Nazan’ın “Hayırdır?” demesine fırsat bırakmadan nefes almak için bile durmamacasına anlatmaya başladı. Yaza düğünü varmış. Çok heyecanlıymış, her şey çok güzel olacakmış. Nazan’a da yatak örtüsü siparişi vermek istiyormuş. Şöyle bembeyaz, sakız gibi dantel örtü, yatak odası için seçtikleri mobilya takımına harika gidermiş. Örümcek Nazan’ın ünü bırak mahalleyi tüm Balıkesir’i sarmışmış. Çeyizlik yatak örtüsü deyince hep onun ismi geçiyormuş. Annesiyle bir gün gelip model bakmak istiyorlarmış. Duydukları gururunu okşadı Nazan’ın. Çünkü okuldan ayrılmasına biraz da çalı kaşlı Kazım’dan yediği okkalı tokat vesile olduğu için Nazan eski okul arkadaşları karşısında kendini biraz olsun ezik hissetmeden duramazdı. Nazan, Serap’a çok sevindiğini, istedikleri zaman gelebileceklerini söyledi, tekrar haberleşmek üzere vedalaştılar. Kokoş Serap’ın kuaföre girdiğini gören Örümcek Nazan, “Kim bilir saçına başına ne yaptıracak yine?” diye düşünmeden edemedi. Eve doğru yollanırken Serap’ı çoktan aklından çıkarıp geride bırakmış, kendi düğününde çalmasını istediği şarkıları kafasında tek tek sıralayıp İzzet’le nasıl dans edeceğini düşünmeye başlamıştı.
Gerçekten hiç arayı açmadan bir hafta sonra Serap’la annesi Mesude Hanım çıktı geldi. Tesadüf o gün temizliğe gitmeyen Kevser de evdeydi. Annesi Kevser, gelen misafirlere çayla dereotlu poğaça ikram ederken Örümcek Nazan da farklı dantel örneklerini bir bir odanın ortasında yere seriyordu. Bu esnada Serap’la Mesude Hanım da bir ağızdan makineli tüfek gibi anlatıyorlardı. Serap liseden başarıyla mezun olmuş. Bilgisayar kursuna da gitmiş. Şimdi de büyük bir şirkette yönetici asistanlığı yapıyormuş. Örümcek Nazan, bunları duyunca “Zaten ortaokulda da iyiydi bunun matematiği…” diye düşündü. Matematiği iyi olan Serap’tı ama dergilerden karmaşık sayılarla dolu, en zor dantel modellerine bakıp bir çırpıda örneği çıkaran Nazan’dı ve işte şimdi Serap onun ayağına gelmişti. O bunları düşünürken bu kez Mesude Hanım damadını övmeye başladı. Çok seviyormuş gençler birbirlerini. İki yıl önce tanışmışlar, ilk görüşte âşık olmuşlar. Ama Serap başta naza çekmiş kendini. Çocuk kapılarının önünde aylarca köpek gibi yatmış da anca öyle ikna olmuş. Tabii kız evi, naz evi derler ne de olsa. Damat şimdi Serap’a “Evlenince işi bırakırsın, ben senin elini sıcak sudan soğuk suya sokturmam, kıyamam.” diyormuş. Bunun üzerine Kevser “Hayırlısı olsun. Damat bey ne iş yapıyor?” diye sordu.” Serap heyecanla “Kuaför. Zaten öyle tanıştık. Ben bir gün saçım için…” diye başlayınca dantellerin arasında kaybolmuş Nazan bir anda dikkat kesildi. “Bak, liseden takdirle teşekkürle mezun oldum diye hava atıyorsun ama demek ikimizin de kaderinde kuaför karısı olmak varmış kokoş Serap.” diye düşündü. Tabii bir şey demedi. Örümcek Nazan tüm dantel örneklerini halıya sermiş, bir an önce işe koyulmak için tüm bu gevezeliğin bitmesini bekliyordu sessizce.
Kevser’den de Nazan’dan da ses çıkmayınca devam etti Mesude Hanım: “Bizim damadın geleceği pek parlak. Şimdi birilerinin yanında çalışıyor ama iki ortak geniş bir yer tuttular. İçini de bir güzel döşediler. Yakında oraya geçecekler. Hemen bizim Anafartalar Caddesi’nde. İzzet ve Hamdi Kuaför…” İsimleri duyunca irkildi Nazan. O sırada Serap atıldı. “Aaa sen tanırsın belki Nazan! Geçen gün kapısında karşılaşmıştık ya… İşte o kuaförde çalışıyor İzzet. Böyle esmer, uzun boylu, mahcup bakışlı…” Bunu duyunca kulakları uğuldamaya başladı, başı döndü Nazan’ın. Bulunduğu yere; halıya serdiği dantellerin tam ortasına çöküverdi. Mahalleli onu böyle görse taktıkları lakabın ne kadar isabetli olduğuna bir kere daha kanaat getirirdi. İşlediği dantellerin ortasında oturup kalmış olan Nazan, kendi ağına takılmış bir örümcek gibi görünüyordu. Yıllardır öyle sıkı örmüştü ki ağları, bu tuzaktan kurtulması için epey bir debelenmesi gerekirdi.
Nazan’ın dantellerin ortasına oturmasını artık model seçimine sıra geldiğinin bir işareti olarak gören Serap ve Mesude Hanım, Nazan’ın yanına geldiler, ellerine birer dantel alıp incelemeye koyuldular. Ne olduysa ondan sonra oldu. Nazan, anneyle kızın ellerindeki dantelleri kaptığı gibi “İzzet’le sen evleneceksin, bana da sizin düşüp kalktığınız yatağın örtüsünü işlemek düşecek, öyle mi?” diye bağırarak Serap’ın üstüne yürüdü. Sadece Serap ve Mesude Hanım değil, Kevser de neye uğradığını şaşırdı. Kimse ne olup bittiğini anlamadan Örümcek Nazan, kollarından tuttuğu gibi anneyle kızı kapı dışarı etti. Şimdi de deli gibi bağırıp dantelleri evin içinde fırlatıyordu. Taşı atan kendisi olmadığı hâlde kuşun dakikalar içinde delik deşik olmasının şaşkınlığını yaşayan Kevser de bir köşeye sinmiş, Nazan’ı izliyordu.
Uzun süren bir hayalden sıçrayarak uyanan Nazan, ilk defa görüyormuş gibi baktı etrafına. Sobanın yanında duran kovanın isle kaplı soluk rengini, annesinin feri gitmiş gözlerini o an gördü. Çorap, üstüne patik, onun üstüne de terlik giydiği hâlde bir türlü ısınmayan ayaklarını da o zaman hissetti Nazan. Bu evin tam takır kuru bakır bir fakirhane değil de sıcacık, şirin bir yuva olduğuna ancak uzaktan bakanlar, yoldan geçenler inanırdı. Pencereden görünen perdelerin kenarına işlediği kırmızı üzüm salkımları ancak dışarıdan bakanı kandırmaya yeterdi. Ama içinde olunca, gözünü kapamayıp yakından bakınca apaçıktı işte her şey. Ne düşünmüştü bunca yıl Nazan? Bu evdeki mobilyaların döküklüğünü saklamaya, üstlerine örtülen dantellerin gücü yeter miydi Allah aşkına? Örümcek Nazan, evin dört bir yanına yaydığı dantelleri hırsla toplamaya başladı.
Yaraları sarmaya nereden başlayacağını kestiremeyen Kevser, öylece bir köşede durmuş kızını izlemeye devam ediyordu. Hıçkırıklara boğulan, bağırıp çağıran Nazan sobanın kapağını kaldırdı, kömür ve odundan çok çerçöple dolu sobanın içine kucağındaki dantelleri fırlatıp attı. Danteller canlanan soba ateşinde çıtır çıtır yanmaya başladı. Örümcek Nazan durmadı, evi didik didik etti, o güne kadar yaptığı tüm dantelleri ortaya çıkardı. Nazan’ın acemilik döneminde yaptığı gümüşlükten en büyük eserim diye övündüğü tomurcuklu yatak örtüsüne kadar her şey birer birer sobanın dibini boyladı. Bununla da kalmadı, Nazan tüm dantel dergilerini, tığlarını toplayıp sobaya tıktı. Bir zamanlar bu evde tığ işi yapıldığına dair tek bir iz kalmayana kadar soba sürekli yapılan takviyelerle gürül gürül yanmaya devam etti.
Sobaya atacak tek bir ip parçası bile kalmayınca Nazan’ın aklına Kuaför İzzet geldi. İzzet’in yıllardır kemikli parmaklarıyla okşadığı saçlarının dipleri tek tek acıdı. Daha birkaç hafta önce İzzet’in tutkusunun damgasını yiyen sağ omzu alev alev yanmaya başladı. Nazan’ın ağlaması böğürtüye dönüştü. Matematikçi Kazım’dan yediği tokadın eski tanıdık acısı da sol yanağını işte o zaman sızlattı.
Kevser kendini yerlere atan, dövünen kızını sıkıca iki kolunun arasına aldı, tuttu onu dizinin dibine yatırdı. Kevser, kızının tel tel olmuş saçlarını okşadı, onun için için yanan sağ omzunu ovup ferahlattı, bugüne kadar kimseler dokunmadığı için yel almış olan sol omzunu da sıcak avucunun içine aldı. Nazan’ın sol yanağındaki beş parmağın izinin de gözyaşlarıyla temizlenip akmasına müsaade etti. Ancak bundan sonra Nazan’ın hıçkırıkları yerini gittikçe aralıkları açılan sessiz burun çekişlere bıraktı, nefes alıp verişleri yumuşadı. Sonunda Nazan annesinin nefesinin iniş çıkışına kendini kaptırıp hiç rüya görmeyeceği derin bir uykuya daldı. Böylece Örümcek Nazan’ın yirmi yıllık kısa kişisel tarihinde tığdan sonraki (TS) ilk yedi yılı kapsayan Rüya Devri sona erdi. Merak ve sebat sahibi tarihçilerin bu devrin bir rüya değil de gerçekten yaşanmış olduğuna dair bulabildikleri tek kanıt, Örümcek Nazan’ın sağ işaret parmağının ilk boğum çizgisini yavaş yavaş derinleştirmiş olan dantellik ipin izi oldu.
Kurbağalama
“İri ve kambur vücuduyla kocaman bir virgülü andıran kadın, denizde açıldıkça açıldı, küçücük bir noktaya dönüştü gözlerimizin önünde.” dedi, o gün sahilde piknik yapan bekâr erkek grubunun ağzı laf yaptığı için pek sevilen üyesi, öğretmen kılıklı Niyazi.
Ailesiyle pikniğe gelmiş olan kasap Ali Osman’ın meşhur köfteleri mangalda cızlamaya başlayıp koku bütün sahili sarınca, yarım saat önce domatesli-beyaz peynirli birer yarım ekmek arasıyla karınlarını doyurduğu üç oğlan çocuğunu zapt etmekte zorlanan Aysel ise şöyle anlattı o gün olanları: “Çocuklar denize girecek oldular. Nasıl gideyim peşlerinden? Hangi biriyle ilgileneyim? İki elim kumda. Millet keyfine bakarken ben sıcağın alnında oturmuş, bütün kış “Kulunçlarım da kulunçlarım” diye başımın etini yiyen kayınvalidemi ılık kumlara gömüyorum, la havle vela kuvvete çekerek. Aman çocuklar fazla açılmayın, şu kırmızı dubayı sakın geçmeyin dedim. Biraz sonra denize bakınca bir de ne göreyim? Duba, duba değil mübarek, sanki motorlu! Yerinde durmuyor, uzaklaşıyor ha bire kıyıdan. Sonradan anladık onun duba değil, bizim Akide olduğunu. Anlamasak maazallah bizim çocuklar da gidecekti arkasından…”
Terezin Toplama Kampı’ndan Yemek Tarifleri
Anneme…
Yemek yapmayı öğrenmeye azmetmiş genç bir kadının başlarda tek kaygısı, yaptığı yemeklerle kimsenin zehirlenmesine sebebiyet vermemektir. İşi biraz ilerlettikçe yemeklerini yiyenlerden “Eline sağlık, pek güzel olmuş” cümlesini duymanın mutluluğunu tadar. Ama bu mutfak yolculuğunda aslında daha büyük bir hedefimiz vardır: Bir gün annemizinkiler kadar güzel yemekler yapabilmek.
Yaptığımız yemekleri tencerenin başında tadarken kendi kendimize “Olmuş mu?” diye sorarız ama asıl sorumuz “Anneminkine ne kadar benzemiş?”tir. Defalarca uğraşıp bir türlü tam beceremediğimiz ıspanak yemeği, sonunda annemizinki gibi görünüp daha önceki denemelerimiz gibi ağzımızda acı bir tat bırakmadığında hedefe bir adım daha yaklaştığımızı hissederiz. Pirinç pilavımız aynı annemizinki gibi tane tane olup buram buram tereyağı koktuğunda da bir başka sınavı vermiş oluruz.
Continue reading “Terezin Toplama Kampı’ndan Yemek Tarifleri”
Heather Sellers kendisiyle nasıl tanıştı?
İngilizce öğretmeni Heather Sellers’a merhaba deyin. O da sizinle tanıştığına memnun oldu. Ama iki gün sonra tekrar karşılaştığınızda selamsız sabahsız yanınızdan geçip giderse sakın üstünüze alınmayın. Olur da siz ona selam verirseniz, yüzünüze şaşkın şaşkın bakması ihtimaline de hazırlıklı olun.
Hayır, o dalgınlığıyla ünlü çılgın profesörlerden değil. Michigan’da bir üniversitede yaratıcı yazarlık dersleri veren 40’lı yaşlarındaki Heather Sellers, sadece Amerika’da sayıları beş milyonu bulan yüz körlerinden biri. Yüz körlüğü, bir diğer deyişle “prosopagnosia” genetik yolla geçebildiği gibi, beyinde hasar sonucu da oluşabiliyor.
Continue reading “Heather Sellers kendisiyle nasıl tanıştı?”
Paul Auster ve J. M. Coetzee’den mektubunuz var!
Posta kutunuz uzun zamandır fatura ve broşürden başka bir şey görmemiş olsa da size hitaben yazılan bir mektup almanın hazzını hatırlarsınız. Ama kabul edin, adınıza gönderilen bir mektubu okumaktan daha büyük bir zevk varsa o da başkasına yazılmış mektubu okumaktır.
Continue reading “Paul Auster ve J. M. Coetzee’den mektubunuz var!”