Yoksa bir “İlk Adım” mı?

10 Bin Adım, yeni nesil içerik platformu Gain Medya’da yayınlanan ve her bölümü sadece on dakika süren bir internet dizisi. Yapımcılığını Zamkinos Film’in üstlendiği dizide her gün birlikte on bin adım atmaya karar veren iki eski sevgilinin yürürken konuştuklarına ve başlarından geçenlere şahit oluyoruz. Dizinin başrollerinde Devin Özgün Çınar ve Engin Günaydın var. Zaten işin yaratıcıları da onlar. Ayşe Arman’a verdikleri röportaja göre iki oyuncu eski arkadaşlarmış ve bu fikri de birlikte yürüyüşe çıktıklarında bulmuşlar. Zamkinos Film ve Gain Medya da heyecanlarını paylaşınca işe koyulmuşlar. Yönetmenliğini Duygu Güzelmeriç’in yaptığı dizinin bölüm hikayelerini de iki oyuncu birlikte geliştiriyormuş ve Devin Özgün Çınar senaryoyu yazıyormuş.

Dizinin ilk sekiz bölümünü izledim. Bence gayet iyi bir konsept. Keyifle izlenen, tatlı bir iş. Sadece şöyle bir şey söyleyebilirim: Bu iki eski sevgilinin ilişkileri yeterince net değil. Nihayetinde on bin adım atmak için herkesle yola çıkılmaz, insan her eski sevgilisiyle de arkadaş kalmaz. Bu ikilinin arkadaş kalmalarını sağlayan şey neydi? Öncesinde iyi arkadaştılar ve şöyle bir deneyip “Bizden sevgili olmaz,” diyerek yine arkadaşlığa mı döndüler? Yoksa çok uzun süren bir ilişki, yıllar içinde romantizmden arınıp bu hale mi geldi? Şu an için iyice arkadaşa bağlamış görünüyorlar ama bir daha birlikte olma ihtimalleri yok mu? Hiç mi yok? İki taraf da bu konuda hem fikir mi? İlişkileri ne kadar sürdü? Biteli ne kadar oldu? Kim kimi terk etti? Neden?

Bu soruların cevapları beraberinde bir sürü hikaye seçeneği ve çatışma getirir. İlk sekiz bölümden edindiğim izlenim karakterlerin eski sevgili olmalarının, teklifsiz bir samimiyet dışında mevcut ilişkilerine pek bir şey katmadığı yönünde. Halbuki ortada ayrıldıktan sonra arkadaş kalabilme gibi özel bir durum var. When Harry Met Sally (Harry Sally’le Tanışınca) filminin temel derdi olan “Cinsellik araya girince arkadaşlık biter mi?” sorusuna cesurca koca bir “Hayır,” cevabı verilmiş ama bunun vurgusu yeterince yapılmadığı için çok başka birlere gidebilecek orijinal bir konseptin henüz tam olarak potansiyeli değerlendirilmiyor bana kalırsa.

İşin yaratıcıları yola çıkarken karakterlerin eski sevgili olmalarının çatışmayı arttıracağını düşündüklerini belirtmişler verdikleri röportajda. Bence bu çok isabetli, doğru bir tespit. Ama bunu uygulamada daha fazla görmeye ihtiyacımız var. Yukarıdaki sorulara daha net cevaplar verilirse eldeki ilginç durumun daha da etkili işlenebileceğini düşünüyorum.

Ama bununla kast ettiğim şey, dizinin kadın-erkek ilişkisi ekseninde ilerlemesi gerektiği değil kesinlikle. Aksine dizinin insani durumlarla, gündelik hayattaki ayrıntılarla derdinin olmasını çok değerli buldum. Ben tüm konulara sızabilecek, ilk bakışta alakasız gibi görünen diyaloglarda bile kendisini belli edebilecek bir şeyden söz ediyorum. Karakterlerin arasındaki ilişkinin doğasına dair ayrıntılar, bölümler içinde ara ara ortaya çıkıp işi zenginleştirebilir.

Tüm bunların yanı sıra yine de umut verici bir iş olduğunu söylemem lazım. Yukarıda söylediklerimi hayata geçirmenin de o kadar kolay olmadığının, on dakikanın insana çok kısıtlı bir oyun alanı sağladığının da farkındayım. Emeği geçenlerin ellerine sağlık. İzlenmek için büyük olaylar peşinde koşmaya ihtiyaç duymayan, hayatta küçük şeylerin de önemli olduğunu hatırlatan ve gücünü biraz da sadeliğinden alan işlere hasret kalmıştık. 10 Bin Adım’ın bu tür yenilikçi işlerin önünü açan bir “ilk adım” olması dileğiyle.

Senaryo Yazarının El Kitabı

Senaryo Yazarının El Kitabı‘nın Türkçesi nihayet çıkmış. (Çeviri: Mehmet Gürsel) Alfa Yayınları, Syd Field’ın Senaryo Yazımının Temelleri kitabından sonra bunu da basmış. Benim de bundan senarist Meriç Demiray’ın (@mericdemiray) Instagram’da yaptığı bir paylaşım sayesinde haberim oldu. Heyecanla sizinle paylaşmaya geldim. Bu kez çok faydasını gördüğüm bir kitaptan bahsedip “Ama henüz Türkçesi yok,” demek durumunda kalmayacağım için mutluyum. “Umarım önümüzdeki yıllarda bu alanda daha çok kitap Türkçeye kazandırılır,” diyor ve başlıyorum.

Syd Field, Amerika’da ilk kez 1970’lerin sonunda yayınlanan Senaryo Yazımının Temelleri ve onun peşi sıra gelen Senaryo Yazarının El Kitabı‘yla Amerikan film sektörünü derinden etkilemiş bir senaryo gurusu. Temel olarak yaptığı şey Aristo’nun Poetika’da sözünü ettiği üç perdeli dramatik yapının günümüzdeki hikaye anlatımında hâlâ geçerli olduğunu hatırlatmak. Field modern filmlerden verdiği örneklerle bu tezini destekliyor ve senaryo yazarlarına hikayelerini inşa edebilecekleri sağlam bir yapı modeli sunuyor.

Senaryo Yazımının Temelleri işin teorisini kavramak için iyi bir giriş kitabı. Ama benim için Senaryo Yazarının El Kitabı ayrı bir yere sahip. Çünkü işin teorisini ne kadar okursanız okuyun, derste ne kadar dinlerseniz dinleyin yazmak; öğrendiklerinizi kendi hikayenize uygulamak başka bir şey. Tüm o bilgiler eşliğinde masanın başına geçtiğinizde “İyi, güzel tamam da… Şimdi ne yapacağız peki?” diye kalıveriyorsunuz. İşte Field’ın söz konusu kitabı bu noktada devreye giriyor. Kitap, fikir aşamasından senaryonun son halini vermeye kadar yazım sürecinde sizi adım adım yönlendiriyor. Başlangıçta zihninizde gaz ve toz bulutu halinde bulunan hikayenizin yavaş yavaş şekilleniyor.

Ben Senaryo Yazarının El Kitabı‘yla San Francisco’da okuduğum dönemde tanıştım. Senaryoya giriş dersinde temel kitabımız buydu. Dönemin sonunda iyi kötü bir uzun metraj senaryo teslim edebildiysem tamamen bu kitabın sayesindedir. Senaryo yazım sürecine pratik bir yaklaşım getiren bu kitapla birlikte yazım sürecinin belli bir ölçüde kontrol edilebilir bir şey olduğunu, bir delilik olarak yaşanması gerekmediğini de daha iyi anladım.

Yıllar içinde hem birlikte çalıştığım insanlardan hem de kendi yazı deneyimimden yazım süreciyle ilgili epey şey öğrendim. Artık hikaye geliştirip senaryo yazarken bu kitaptaki aşamaları bire bir takip ettiğimi söyleyemem ama yine de her projenin başında mutlaka bu kitaba uğruyorum. Syd Field’ın bu kitabı, ince bir ipin üstünden karşıya geçmeye çalışan cambazın altındaki güvenlik ağını hatırlatıyor bana. Belki zaman içinde bacaklarımızın titrekliği azalmış ve vizyonumuz güçlenmiştir ama yine de her ihtimale karşı Syd Field’in orada olduğunu bilmek iyi gelir.

Kendin Pişir Kendin Ye

Yeni yıl. Yeni heyecan. Ve yeni bir kararla karşınızdayım: Bundan sonra bu blogu ve Instagram’ı daha farklı bir şekilde kullanacağım. Bu kararımın arkasında takvimdeki sayı değişikliğinden daha fazlası var tabii ki. Son aylarda burada her zamankinden çok daha fazla iyi içerikle karşılaştım ve bunları bayağı ilham verici buldum. (Hepsinden ayrı ayrı bahsedeceğim birazdan.) Bir de arka arkaya yeni platform açıldı. Daha da devamı gelecek gibi görünüyor. Gain Medya bağımsız havadaki içerikleriyle ayrı bir yerde duruyor gözümde. İçerik anlamında “Kendin Pişir, Kendin Ye” dönemine geçtiğimizi hissediyorum ve bu gerçekten heyecan verici. Özellikle de bizim gibi yazan-çizen, üreten insanlar için.

Tüm bunların yanı sıra ben de bunca yıl içimde biraz fazla biriktirmiş olabilirim. Zihnimin içi, bir çöp evden hallice. Üst üste anılar, yazılıp değerlendirilmeyi bekleyen hikaye tohumları, okuduklarım, izlediklerim ve daha bir sürü ıvır zıvır…

Bir de şunu daha iyi anlıyorum artık: Herkes kendini ne kadar anlatıyorsa, ne kadar ortaya koyuyorsa o kadar var oluyor sanki bu dünyada. Bu dönemde bu böyle. Ve buna daha fazla direnmenin bir anlamı yok. “Ben kendimi anlatmayı pek sevmem,” deyip pas geçmek, yerimizi seve seve bir başkasına vermek demek. Şahsen ben bunu daha fazla yapamayacağım. “Ama bir dakika, o koltuğun bir sahibi var,” noktasındayım.

Peki nelerden bahsedeceğim burada?

Gün içinde “Nasıl daha yaratıcı olabilirim?” ve “Nasıl daha iyi bir yazar olabilirim?” sorularına epey kafa yoruyorum, bu konuda okumalar yapıyorum ve kendi deneyimime dikkat kesiliyorum. Son bir yıldır da Yaratıcı Yazarlık, Yaratıcılık Geliştirme konuları üstünde atölye çalışmaları yapıyorum. Ve bu atölye çalışmaları sırasında bu konuda öğrendiklerimi paylaşmayı sevdiğimi fark ettim. Bu yüzden muhtemelen ağırlıklı olarak yaratıcılık ve yazarlık üstüne olacak paylaşımlarım.

Senaristlik yapan biri olarak da bir şey okurken veya izlerken ister istemez “Ya bu hikaye nasıl kurulmuş, nasıl yazılmış, daha başka nasıl olabilirdi?” üstüne de kendi içimde kafa döndürüp bir şeyler yazıyorum. Ama bunlar derinlikli film analizlerinden çok kişisel tercihlerime dair notlar veya işin perde arkasına dair merakımı gidermek için toparladığım bilgiler oluyor genelde. Bugüne kadar benim bu notlarımı kim ne yapsın deyip kendime saklamayı tercih ediyordum. Ama sonra tesadüfen senarist Çağlar Yurt’un hesabına (@cglryrt) denk geldim ve başkalarına ait bu tür notların ne kadar ilgimi çektiğini fark ettim. Burası kişisel bir arşiv yapmak için de doğru mecra olarak göründü. Dolayısıyla izleyip okuduklarımı paylaşmaya da niyetliyim burada.

Bir diğer ilgi alanım da psikoloji. Kendi açmazlarımı çözeyim, etrafımdakileri daha iyi anlayayım derken psikoloji üstüne okuyup düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu alanda yaptıkları ilginç ve düzenli paylaşımlarla bana ilham veren hesaplar Ece Aybike Ala (@eceaybikeala) ve Selin Yetimoğlu (@selinyetimoglu). Ben onlar gibi konunun uzmanı değilim, benimki tamamen kişisel dertten. 🙂 Ama ikisinin de ellerindeki bilgilerin gündelik hayattaki yansımalarına bakmaları, bunları birbirine harmanlamaları hoşuma gidiyor. Ben de elimden geldiğince bu tür paylaşımlarda bulunacağım.

Kısacası bundan sonra Instagram’ı biraz daha farklı ve aktif kullanacağım. İlginizi çekmiyorsa takipten çıkabilir veya sessize alabilirsiniz. Alınmaca, gücenmece yok. 🙂 Ama yok ben iyiyim burada, bakalım neler olacak diyorsanız o zaman hoş geldiniz.

Bundan sonra böyle. Kendin Pişir, Kendin Ye.

Sütü Siyah Akmayan Senarist: Jenny Lumet

Her anne olan yazarın sütü siyah akmayabilir. Bazı kadınlar yaratıcı sancılarını doğum sancılarının ritmine uydurup çılgınca dans etmekten keyif alabilir. Ya da karınlarında her geçen gün büyüyen bebeğin yükünü hafifletmek için kelimelerle oynamaktan başka bir yol bulamayabilirler. New Yorklu oyuncu Jenny Lumet 1995 yılında ilk senaryosunu yazmaya başladığında ilk çocuğuna hamileydi. Aylar sonra oğlu Jake sağlıklı bir şekilde dünyaya geldi. Ama Lumet’in hamileliği süresince yazdığı senaryo bir yere gitmedi, çekmecenin derinliklerinde yerini aldı.

Continue reading “Sütü Siyah Akmayan Senarist: Jenny Lumet”

Monsieur Lazhar nasıl yazıldı?

Bugün Quebec’te bir ilkokul sınıfındayız. Birisine bakıp çıkacağız. Duvarlar çocukların ellerinden çıktığı belli olan el işleri ve farklı kültürlere ait fotoğraflarla süslü. En arka sırada ince uzun bacakları sıraya zar zor sığan bir adam oturuyor. Kırklı yaşlardaki bu adam, küçük yuvarlak gözlüklerinin ardından etrafa bakıp önündeki deftere not alıyor. Bu adam da kim dersiniz? Öğretmenin performansını değerlendiren bir müfettiş ya da heyecanla atan kalbinin sesinden çocukların gürültü yaptığını bile duymayan stajyer öğretmen değil. Kendisi Kanadalı yönetmen Philippe Falardeau’nun ta kendisi. Halihazırda cebinde üç uzun metraj filmi olan Falardeau, bir önceki öğretmenleri sınıfta intihar eden öğrencilere öğretmenlik yapan Cezayir göçmeni bir adamın hikayesini anlattığı Monsieur Lazhar filminin senaryosu için araştırma yapmak için burada.

Continue reading “Monsieur Lazhar nasıl yazıldı?”

“Değerli” bir hikaye

 

Geçtiğimiz ay Oscar törenini izleyenler bilir, bu sefer de kazananın isminin yazdığı zarfların herhangi birinden benim adım çıkmadı. Ben de artık alıştım, kazananlar adına sevinmeye başladım. En çok da Precious’un aldığı ödüllere mutlu oldum. Bunda ödül alan filmler içinde neredeyse sadece Precious’ı izlemiş ve beğenmiş olmamın da payı olabilir, En iyi Uyarlama Senaryo ödülünü alan senarist Geoffrey Fletcher’ın yaptığı duygusal konuşmanın da. Ama konumuz bu değil.

Bu yazıda Precious filminin arkasındaki yapım hikayesinden bahsetmek istiyorum. Ve tabii zarftan benim adımın çıkmasını en çok istediğim ödül kategorisinde; senaryo uyarlaması dalında ödül alan Geoffrey Fletcher üstüne de birkaç çift sözüm olacak. En iyi Senaryo ödülünü alan ilk siyah olan Geoffrey Fletcher şerefine kalemimi indiriyor ve yazıma başlıyorum.

Continue reading ““Değerli” bir hikaye”

Çocuk beklemiyorsak da “Uzaklara Gidelim”

 

Hamile senaristler ve filmleri serimizin ikincisine hoş geldiniz. Geçen yazıda, Rachel Getting Married’in senaristi Jenny Lumet’nin ilk senaryosunu oğluna hamileyken yazmaya başladığından bahsetmiştim. Bu kez de senarist Vendela Vida ve hamileyken yazmaya başladığı “Away We Go” üzerine yazacağım. Senaristi hamileyken yazılan filmleri arka arkaya sıralayarak hamilelik ve yaratıcılık arasında bir bağ olduğunu ispatlamaya mı çalışıyorum, bilmiyorum. Ama şimdilik bu deneyi evde denemeyeceğim. Merak etme anne, evlenmeden çocuk doğurmayacağım.

Blog at WordPress.com.

Up ↑