Kitabın ve Şehrin İçinde: Yeşil Peri Gecesi

Okurken ayakları sabırsızlananlara…

Sayıları az da olsa yürürken kitap okuyan okur-yayalar dolaşıyor şehrin sokaklarında. Bir önlerine, bir de kitaba bakıyorlar adımlarını atarken. Eğer sadece birine bakma şansları varsa genelde tercihlerini ellerindeki kitaptan yana kullanıyorlar. Kırk beş saniyelik kırmızı ışıklarda seviniyorlar. Dünya onları bir süreliğine rahat bırakmış oluyor, onlar da kitaplarına dalıp gitmenin keyfini çıkarıyorlar. Neyse ki karşıdan karşıya geçerken okumaya devam etmek konusunda ısrarcı olmuyorlar. Bu okur-yayaların, kitapları harita gibi kullandıklarından şüpheleniyorum. Adımlarını ellerindeki kitaplar belirliyor olmalı ve gidecekleri yöne karar vermek için ikide bir kitaba bakıyor olmalılar.

Okuyucu, gezmeyi bir kez kafasına koymuşsa sokak ve semt isimleriyle dolu bir roman, en âlâsından bir gezi rehberine dönüşür. Bu anlarda, kitabın sayfaları hep dışa doğru kıvrılır; satırlar, havadar sokakları işaret eden tabelaların görevini üstlenir. Böyle bir çağrıya en üşengeç okur bile karşı koyamayabilir ve roman kahramanları ile şehri keşfetmek için eline kitabı alarak evden çıkar.

Şehirde geçen bir romanın eşliğinde, yıllardır ezbere yürünen en bilindik sokaklar başka bir anlam kazanır, cepteki hikâyeler sayesinde etrafa yeni bir gözle bakılır. Hikâyelerle çevreye bakıldığı sürece hiçbir yer o kadar sıkıcı olamaz. Bir roman, şehrin gediklisi için fazlasıyla bilinen bir yeri nasıl tekrar heyecan verici hâle getirebiliyorsa şehre yeni gelen biri için de şehri daha az ürkütücü ve daha tanıdık yapabilir. Artık bu şehirde tek bir Allahın kulunu tanımadığınız doğru değildir. Sayfalar boyunca en mahrem duygularına tanık olduğunuz roman karakterleri rehberliğinde gezinebilirsiniz şehirde.

İşte bu nedenlerle Ayfer Tunç’un, içinden İstanbul taşan romanı Yeşil Peri Gecesi’ni okurken aklımda hep yürümek vardı. Kitabın içinde Beşiktaş, Rumeli Hisarı, Pangaltı, Şile gibi yer isimleri geçip durdukça yapacağım yolculukların sayısı çoğalıyordu. Çok güzel bir kadının çöküş ve intikam hikâyesi olarak okunabilecek bu kitaptaki karakterler; romanın adını bir türlü öğrenemediğimiz ana kahramanı, onun yıllar önce çok sevdiği Ali, dokuz yıldır evli olduğu zayıf karakterli Osman, Osman’ın ağabeyi Teoman, Teoman’ın nişanlısı Leyla, Leyla’nın çok güçlü dayısı Uluç Müdür ve Gün’ün sevgilisi Foto Kubi, İstanbul’un farklı köşelerinde yaşayıp gidiyor ve beni de aralarına karışmaya çağırıyorlardı.

Kitap bitince romanda adı hiç belirtilmeyen ana kahramanın peşinden gitmeye karar verdim. Çünkü birinin peşine takılmak için onun adını bilmeniz şart değildir. Kitabın sayfalarını çevirerek gezi rotamı çizdim. Böylece, sadece kitap boyunca içimde kabaran şehri gezme isteğimi gidermiş olmayacak, aynı zamanda romanın geçtiği yerlerde yürüyerek sevdiğim bu romanın içinde daha fazla kalabilecektim. Şehrin sokaklarını arşınlayan okur-yayaların arasına katılma zamanım gelmişti.

Rumeli Hisarı

Peşine düştüğüm güzel ve isimsiz roman kahramanı, beni önce Rumeli Hisarı’na sürükledi. Çünkü yıllardır içini acıtan aşk hikâyesinin başlayıp bittiği yer burasıydı. 1950’lerin başında açılan ve Rumeli Hisarı’nın ilk çay bahçesi olan meşhur Ali Baba Kahvesi’nde tanışmışlardı. Ali, denize yakın masalardan birine oturmuş Edip Cansever’in Bezik Oynayan Kadınlar’ını okuyordu, kız masasına gelip oturduğunda.

Acıklı olan şu ki Rumeli Hisarı’nın ayrılmaz bir parçası olarak görülen Peri Gecesi’nin kahramanlarının da aşklarının doğuşuna tanıklık eden Ali Baba Kahvesi, artık yoktu. Ali’nin, kıza “Gökyüzü gibi bir şey çocukluk/ Hiçbir yere gitmiyor.” dizelerini okuduğu denize bakan masalardan birine oturmak mümkün değildi. Kitabın bu bölümleri 25-30 yıl öncesinde geçiyordu. 2000’lerde kahve el değiştirmiş, önce Erguvan diye bir çay bahçesi olmuş, ardından da Lokma diye bir restorana dönüşmüştü. Kitapta kızın çekimlerinin yapıldığı Rumeli Hisarı İskelesi de 21 yıl önce restoran olmuştu. Görünüşe bakılırsa gökyüzü ve çocukluk bir yere gitmese de İstanbul hızla değişiyordu. Ve bazı yerlerin anısı, sadece kitaplarda yaşıyordu.

Ali’yle ilk tanıştıkları gün, Bebek’e kadar birlikte yürümeye karar verip hızlarını alamamış Beşiktaş’a kadar yürümüşlerdi. Çay bahçesi ve iskele yerli yerinde olmasa da yeni tanışan ve birbirlerinden hızla etkilenen iki kişinin konuşacakları şeyleri düşünüp bir ilişkinin en başında olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlayıp sahil boyunca yürümek mümkündü. Ben bunu yaparken sabah yürüyüşüne çıkmış semt sakinleri, yakaladıkları büyük balık için sevinip teneke çalarak kıyıdan geçen balıkçı teknesi ve hafif bir rüzgâr, bana eşlik etti.

Şile Feneri ve Ağlayan Kaya

Roman kahramanının beni sürüklediği ikinci yer ise en yakın arkadaşı Gün’ün, kollarında öldüğü Şile’ydi. Osman ile birlikte, hastalığının sonlarına gelmiş olan Gün’ün son isteğini yerine getirmek için Şile’ye gelmişler, Türkiye’nin en büyük feneri olarak geçen tarihi Şile Feneri’nin etrafında dolaşmışlar ve Ağlayan Kaya’dan, coşkulu Karadeniz’i izlemişlerdi. Bir de romanın sonunda gelmişlerdi buraya Ali ile birlikte. Bu kez ölmek için değil, yeniden doğmak için. Yine Şile Feneri’ne uğramışlar, Fener’in duvarlarına sarılmışlar ve görevliden izin alıp Fener’in Fransız Barbeur marka kristalinin yer aldığı üst kata çıkmışlardı.

152 yıllık Fener, limanın ve balıkçı lokantalarının biraz ötesindeki yokuşun tepesinde beni bekliyordu. Kırım Harbi’nde, Karadeniz’den İstanbul Boğazı’na girecek gemilerin yollarını bulabilmeleri için yapılmış olan Fener, 2004 yılında turizme açılmış ve Fener’in alt kısmı müzeye dönüştürülmüştü. Etraf fazlasıyla sakindi. Fener’in küçük bahçesinde oturmakta olan görevli, müzenin kapısını benim için açtı. Müzede eski fener parçaları, fotoğraflar, Fener’in 150. yılı şerefine yapılan şarkının klibinin döndüğü bir televizyon ve onun etrafında da sandalyeler vardı. Görevli, elindeki karışık kuru yemişten ikram edecek kadar nazik olsa da sadece görevlilerin ve özel izin alanların bunu yapabildiği gerekçesiyle yukarı çıkmama izin vermedi. Ben de kitabın kahramanlarını hatırlayarak “Ama onlara izin vermişsiniz.” demedim. Bunun yerine, kaptanlara yol gösteren bu Fener’in, roman kahramanları için de zor zamanlarda yol gösterici bir görev üstlendiğini düşünerek kitapla arama giren bu uzaklığı telafi etmeye çalıştım.

Ağlayan Kaya, fenerin 600 metre ilerisinde bir koydaydı. Efsaneye göre 1700’lü yıllarda imkansız bir aşka tanıklık eden bu kaya, o günden beri yaz kış, en kurak zamanlarda bile böyle göz yaşları döküyormuş. Romanda coşkuyla kabaran Karadeniz’den eser yoktu. Su, ayakları sokmak için bile fazlasıyla soğuk ama dalgasızdı. Yine de sahil, sayılı günlerinin kaldığını bildiğinde insan nasıl hisseder ya da bir arkadaşını kaybetmek üzereyken neler geçer aklından diye düşünmek için idealdi. Tuzlu deniz suyunun yer yer sertleştirdiği kumsalda çıplak ayakla dolaşıp hepsi birbirine benzeyen midye kabukları topladım. Bir yandan da biraz Gün’ün ölümünü, biraz da topladığım midye kabukları kadar birbirinin aynısı olan günlerle dolu, kendi hayatımı düşündüm.

Surp Vartanants Ermeni Klisesi

Bu kez Feriköy’de, tarihi Surp Vartanants Ermeni Klisesi’ndeydim; roman kahramanının çok sevdiği çocukluktan komşusu Vatuş’un cenazesinin usulca kaldırıldığı yerde. Gittiğim yerlerin hep acıklı bir yanı olduğunu fark ettim. Belki kitaptaki hemen her hikâye biraz hüzün barındırdığı için, belki de rehberim fazlasıyla kalbi kırık bir kadın olduğu için. Evinde, Yeşilçam senaryolarını daktiloya geçirerek hayatını kazanan iyi kalpli Vatuş’a fazlasıyla uyuyordu apartmanların arasına sıkışıp kalmış bu mütevazı kilise. Dış boyası ve kapısında sallanan Türk bayrağıyla daha çok bir okulu andıran, zaten bahçesinde de Feriköy Merametçiyan Ermeni İlköğretim Okulunu barındıran, 1861 tarihinde ibadete açılmış bu kilisenin kapısından girince sizi bir avlu ve kilisenin asıl kapısı karşılıyordu.

Ben gittiğimde pazar günüydü ve az da olsa içeride sessiz bir biçimde dua edenler vardı. Tahta sıralardan birine oturup kitabın 179. sayfasını açarak “Ah, Vatuşum neredesin? Surp Vartanants’taki bomboş, hızlı cenaze. Papazın acelesi var. Eee, fakirin çanı kısa çalarmış! (Sait Faik öyle diyor bir öyküsünde) Üzülme Vatuş, kimsesiz gömülmek sana has değil.” satırlarını okumanın, tam zamanı.

Çatlak Çeşme Sokağı – Taş Basamak Sokağı – İyi Niyet Sokağı

Okur-yayaların aralarına katılmama vesile olan şey, en çok da kitapta bahsi geçen gerçek sokak isimleriydi. Bu yüzden, hikâyenin akışında önemli payları olmasa da o sokaklara gitmem kaçınılmazdı.

İlk olarak Beşiktaş’ta Şair Nedim Caddesi’nden ilerleyip kızla babasının oturduğu Çatlak Çeşme Sokağı’na gittim. Romanda karakter şöyle diyordu: “Bence bu sokağın adı bize yakışmıyordu. Bir insanın Çatlak Çeşme Sokağı’nda gönül rahatlığıyla oturabilmesi için mutlu insanlar familyasından olması gerekirdi. Nerede oturuyorsunuz? diye sorulduğunda yüzünde, aşkın o sihirli elini hisseder gibiyim şarkısı; dünya ne güzel, sevmek ne güzel, sevilmek ne güzel, ne tatlı şey yaşamak şarkısı tınlıyor, çınlıyor, yankılanıyor olmalıydı ki insan gocunmadan Çatlak Çeşme’de oturuyorum, diyebilsin.” Sokağın köşesindeki eski kunduracının karşısında kızını kapıda uğurlayan yaşlı kadın, gerçekten mutlu insanlar familyasından mıydı, sorulduğunda ağız dolusu Çatlak Çeşme’de oturuyorum, diyebiliyor muydu bilmiyorum. Sokağın sonuna doğru, hemen Vişnezade Parkı’nı geçince bir çeşme vardı gerçekten. Sokağa ismini verdiğini tahmin ettiğiniz, Osmanlı’dan kalma olduğu söylenen ve artık akmayan, oluk kısmında otların bittiği, üstünde sprey boyayla yazılı yazıların olduğu çatlak bir çeşme…

Daha sonra, Ortaköy’de iskelenin hemen karşısından girilen Taş Basamak Sokağı’na gittim. Burada, Gün ile Kubi’nin oturduğu ev vardı. Kitapta, ucundan deniz gördüğü belirtilen nohut oda bakla sofa apartman dairesi bu yokuşlu sokakta yer alıyordu. Sokağın sonunda ise bana, “İyi ki yokuşu görüp sokağın yarısından geri dönmemişim!” dedirten tarihi Ortaköy Meryem Ana Ermeni Kilisesi vardı. Bu eski yapı kitapta hiç geçmiyordu. Romanın ana kahramanı, bu kilisenin önünden geçip Vatuş’unu hatırlamış mıydı, bilmemin imkanı yoktu.

Son durağım, yıllar önce Ali’yle annesinin oturduğu Şişli’de, Bomonti Bira Fabrikası’nın yakınlarındaki İyi Niyet Sokağı’ydı. Roman kahramanı, nasıl kendisini Çatlak Çeşme Sokağı’na yakıştıramıyorsa bu sokağın isminin de Ali’ye çok yakıştığını düşünüyordu. 25-30 yıl önce Ali ile annesi bu sokakta üç katlı, cumbalı, eski bir evde oturuyordu. Kız, Ali’yi ziyaret etmiş ve hayatının en güzel gününü ve gecesini geçirmişti. Romanda, 2000’lere gelindiğinde bu evlerin yıkıldığı ve yerini tekstil atölyelerinin aldığı bilgisi vardı. Gerçekten de sokakta tekstil atölyelerinin arka kapılarından, duvarlardaki “Son ütücü ve regolacı aranıyor.” ilanlarından başka bir şey yoktu. Sokağın sonundaki inşaat ise bu sokağın kabuk değişiminin henüz tamamlanmadığının, İstanbul’un hemen her köşesi gibi burasının da yıkılıp yeniden yapılmakta olduğunun işaretiydi.

Nasıl bir kitap ne kadar uzun olursa olsun, eninde sonunda bitiyorsa benim de Yeşil Peri Gecesi’yle İstanbul turum bir yerde son buldu. Hikâyesiyle bana şehri gezdiren rehberime teşekkürü borç bilirim. Eğer siz de okur-yaya olma hevesindeyseniz Ayfer Tunç’un içinden İstanbul taşan kitabı Yeşil Peri Gecesi ile şehrin içinde bir yolculuk yapabilir, romanın geçtiği sokaklarda yürüyerek kitabın içine girebilirsiniz.

*Daha önce 16 Kasım 2012 tarihli Akşam Gazetesi Kitap Eki’nde yayımlandı. http://www.aksam.com.tr/kitabin-ve-sehrin-icinde-yesil-peri-gecesi–149403h.html

 

Leave a comment

Blog at WordPress.com.

Up ↑