“İri ve kambur vücuduyla kocaman bir virgülü andıran kadın, denizde açıldıkça açıldı, küçücük bir noktaya dönüştü gözlerimizin önünde.” dedi, o gün sahilde piknik yapan bekâr erkek grubunun ağzı laf yaptığı için pek sevilen üyesi, öğretmen kılıklı Niyazi.
Ailesiyle pikniğe gelmiş olan kasap Ali Osman’ın meşhur köfteleri mangalda cızlamaya başlayıp koku bütün sahili sarınca, yarım saat önce domatesli-beyaz peynirli birer yarım ekmek arasıyla karınlarını doyurduğu üç oğlan çocuğunu zapt etmekte zorlanan Aysel ise şöyle anlattı o gün olanları: “Çocuklar denize girecek oldular. Nasıl gideyim peşlerinden? Hangi biriyle ilgileneyim? İki elim kumda. Millet keyfine bakarken ben sıcağın alnında oturmuş, bütün kış “Kulunçlarım da kulunçlarım” diye başımın etini yiyen kayınvalidemi ılık kumlara gömüyorum, la havle vela kuvvete çekerek. Aman çocuklar fazla açılmayın, şu kırmızı dubayı sakın geçmeyin dedim. Biraz sonra denize bakınca bir de ne göreyim? Duba, duba değil mübarek, sanki motorlu! Yerinde durmuyor, uzaklaşıyor ha bire kıyıdan. Sonradan anladık onun duba değil, bizim Akide olduğunu. Anlamasak maazallah bizim çocuklar da gidecekti arkasından…”
Kasap Ali Osman’ın karısı Akide, son yaptığıyla işte böyle dolandı Akçaylıların diline. Hiç kuşkusuz ilçede evini terk eden ilk ve tek kadın o değildi. Ama olanları kim duysa, bu işin bir yolu yordamı olduğu konusunda daha önceden ortak bir karara varılmışçasına “Böyle terk edilmez ki…” diyordu. Olur ya insan yirmi yıllık evliliğinden sıkılır, bir sabah ekmek almaya gidiyorum diye evden çıkar, bir daha da dönmez. Ya da kocasıyla ettiği kavgalar canına tak ettiğinde pılını pırtısını topladığı gibi soluğu annesinde alır, bu iş buraya kadarmış deyip bir daha evinin semtine uğramaz. Ama pırıl pırıl güneşli bir havada, deniz kıyısında mutlu mesut geçen mangal sefasının ardından nasıl kurbağalama yüzerek ailesini terk edebilir bir kadın?
Evet, Akide bildiğin kurbağalama yüzerek ailesini geride bırakmış, açık denizlerde başka bir hayata yelken açmıştı. Üstelik o gün orada olan bitene tanıklık edenlerin söylediğine göre kocası arkasından “Akide! Akide!” diye bağırmış, kadın da şöyle bir durup nispet yapar gibi kocasına el sallamış, sonra arkasını dönüp gitmiş, denizin ortasında gözden kaybolmuştu.
Arkasından tüm bu konuşulanları duysa şöyle derdi Akide. “Herkes her şeyi bilip bilmeden konuşmaya amma da meraklı!” Çocukluğundan beri hep böyle hissederdi. Her yerde gözler var, hep bize bakıyorlar. Her yerde ağızlar var, hep bizi konuşuyorlar. 12-13 yaşlarındayken evlerine güne gelen komşulardan biri, annesine, “Bu senin kız biraz kambur mu?” diye fısıldadığı zaman zaten eğik duran başını biraz daha eğmek, deve kuşu gibi kafasını kuma gömmek istemişti. Üstüne bir de annesi sanki o odada yokmuş gibi, “Babasına çekmiş!” deyince işte o zaman gerçekten görünmez olmayı dilemişti Akide. Ama o ne görünmezdi ne de başını kuma gömme becerisi olan bir deve kuşu. O gün ancak annesinin misafirler için bir önceki geceden hazırladığı sarmaları, börekleri mideye indirince odalara kapanıp günlerce ağlama isteği geçmiş, içi biraz olsun durulmuştu.
Keşke komşuların pek bayıldığı börekleri yapan annesi, incecik yufkalar delinmesin diye gösterdiği ilgi alakanın onda birini ona da gösterseydi. Annesinin misafirler gelmeden önce hiç üşenmeden sardığı şu yaprak sarmalarının içindeki pirinçler gibi kundaklara sarılıp kollanmış mıydı acaba hiç bebekliğinde? Hâlbuki onca yıllık annesi nasıl bilmezdi; Akide en ince yufkadan daha kolay incinebilir, en diri pirinç tanelerinden daha kolay dağılabilirdi.
Ergenlik yıllarından itibaren de iştahı ile bilinir oldu Akide. Yıllar geçtikçe görünmez olmak yerine, git gide daha çok görünür, hatta göze batar oldu. Zaman içinde bastığı yeri inletecek kadar irileşmesi de çevresindekilerin nazarında onun kırılgan olabileceği ihtimalini tamamen ortadan kaldırdı, insanlar ona karşı sözlerini iyiden iyiye sakınmaz oldu. Sonunda kasap Ali Osman onu istemeye geleceği zaman “Hadi yaşadın Akide! Bundan sonra gelsin pirzolalar, gitsin köfteler…” demekten hiç çekinmedi onu tanıyanlar.
Evet, şanslıydı gerçekten Ali Osman gibi bir kocaya sahip olduğu için. Ama herkesin sandığı gibi her Allahın günü et yiyebileceğinden değil, kasaplığı hakkıyla yaptığı yedi mahalle tarafından bilinen Ali Osman, Akide’yi her gece doymak bitmek bilmeyen bir et avuçlama iştahıyla kucakladığı için. Gecenin sessizliğinde bazen kollarının, bacaklarının, yumuşak, yağlı taraflarını mıncıklarken bulurdu onu Akide. O zaman; yatakta yanında uzanmakta olan kocasının aslında orada olmadığını, aklının dükkândaki etlerine gittiğini anlardı. Belki koyun budu, belki dana yüreğiydi o an adamın ellediğini sandığı şey. Yine de ne olursa olsun, çocukluğu boyunca yalnızlık çeken, içindeki boşluğu doldurmak için ne yapacağını bilemeyen Akide’nin, dokunulma özlemi sona ermişti Ali Osman’la.
Dünyada bir tek Ali Osman olsa, ikisi hep yatak odalarının güvenli sularında kalsa, hep gece olsa ve göz gözü görmese Akide’den mutlusu olmazdı. Ama dillere düşmesine neden olan o malum olayın yaşandığı gün, aksine tüm şartlar Akide’nin bu dünyadaki mutsuzluğunu işaret ediyordu.
O pazar sabahı hep yaptığı gibi erkenden dükkâna gitti Ali Osman. Sabah sessizliğinde, bakkal Hüseyin’in bir önceki akşamdan sipariş ettiği üç kilo kıymayı ince ince çekip kıyma makinesinin sesinde huzur buldu. Dışarıdaki havanın boğuculuğu, tıkır tıkır işleyen soğutucular sayesinde onun dükkânına pek uğramıyordu. Ama yine de saatler geçtikçe içi sıkılır gibi oldu Ali Osman’ın. Daha öğle olmadan, dükkânından etin yanı sıra mangallık kömür alanların sayısı da yediyi bulunca Akide’ye telefon etti. “Hadi hazırlan, annemleri de alayım, sizi denize götüreyim. Mangal da yaparız hem.” dedi. Akide önce nazlandı ama sonra kıramadı kocasını.
Tam kırk beş dakika sonra, zeytin ağaçları ve dar kumsalıyla ille de deniz diye tutturan piknikçilerin gönlünü hoş tutan, Akçay’a yirmi dakika uzaklıktaki o koydaydılar. Ali Osman büyük şevkle mangal yakmaya girişirken Akide, görümcesi Nesrin, onun kocası Hüsnü ve Ali Osman’ın yaşlı annesi Şükran Hanım, boş buldukları zeytin ağacının gölgesine yerleşmeye çalışıyordu. Akide bu aileden –tabii ki kocası Ali Osman’dan sonra- en çok kayınvalidesi Şükran Hanım’ı severdi. Körlük derecesinde gözleri bozuk olan kadın; hiçbir şeye karışmaz, yorum yapmaz, öyle sessizce oturduğu yerde otururdu. Kör bir kayınvalide, tam da üzerinde dolaşan bakışlardan çekinen Akide’ye göreydi aslında. Ama arada, acaba insanlar “Her topal satıcının bir kör alıcısı vardır, işte Akide’ninki de Şükran Hanım!” diye kendi aralarında konuşuyorlar mıdır, diye düşünür dertlenirdi.
Ağzı var dili yok Hüsnü, boynundan sarkan tek kulaklıktan maç dinleyip öyle aval aval etrafa bakınırken ince bilekli karısı Nesrin, salatalıkları soyuyor, bir yandan da o sırada soğanları doğramakta olan Akide’yle laflıyordu. Umumi yerlerde soyunup dökünmeyi fazlasıyla garip bulduğundan mayosunu içine giyip gelen Akide ise fenalık geçirmek üzereydi sıcaktan. Devamlı birbirine sürten bacaklarının pişik olması yetmiyormuş gibi şimdi de yeni aldığı mayosu sıkıyordu tüm vücudunu. Terden yapış yapış vücuduyla kendini her zamankinden daha hantal hissediyordu. İki göğsünün arasından ılık ılık aşağılara doğru akan ter damlalarına odaklanmışken Nesrin, “Göz var nizam var, bu mayo hiç yakışmış mı yani Allah aşkına!” deyince silkindi Akide. Ona mı diyordu görümcesi? Nesrin’in salatalıkları üstüne soyduğu gazete sayfası mayolu, bikinili kadınlarla doluydu. Nesrin elindeki bıçağın ucuyla ünlü bir şarkıcıyı işaret ediyor, bir yandan da alaylı alaylı gülümsüyordu. Görümcesi böyleydi işte. Herkesi baştan aşağı süzer ve notunu verirdi. Tabii ki bugüne kadar Akide’nin bu acımasız yorumlardan nasibini aldığı hiç görülmemişti. Üç yıllık sevgili görümcesi tanıştıkları ilk günden beri onunla iyi anlaşmak ister, hep iyi konuşurdu. Ama başkaları hakkında öyle iğneleyici şeyler söylerdi ki huzursuz olmadan edemezdi onun yanında Akide. Tam “Acaba Nesrin domatesleri çok küçük doğradığımı mı düşünüyor?” diye içinden geçirirken Ali Osman; mangaldan yeni inmiş, mis gibi kokan köfteler ve kızarmış bifteklerle dolu tabağı gönderdi masaya. Akide, kocasının bol kimyonlu köftelerinden ikisini aynı anda ağzına atınca görümcesini, onun zarif bileklerini ve her an alaylı bir gülümsemeyle kıvrılmaya hazır ince dudaklarını unuttu gitti.
İki üç sefer daha silme et dolu tabaklar masaya gelip gitmiş, herkes karnını tıka basa doyurmuştu. Ama Ali Osman, inatla mangala yeni etler dizmeye devam ediyordu. Çünkü nasıl çapkın bir erkek, baygın bir kadın parfümüyle kendinden geçerse, duman altında kalan Ali Osman da kızarmış et kokusuyla kendini öyle kaybetmişti. Mangalın başında, başka bir âlemdeydi. Kekik ve zeytinyağında özenle dinlendirdiği biftekleri elliyor, ızgarada kızarmakta olan köftelerin geçirdiği en ufak renk değişimlerini bile gözünü kırpmadan izliyor, kömürlerin çıkardığı çıtırtıyı huşu içinde dinliyordu. Kendi elleriyle hazırlayıp pişirdiği etleri, buzlu rakı eşliğinde oracıkta yemek ise onu mest ediyordu. Oturduğu yerden ona baktı Akide. Ali Osman’ın gözleri dumandan mı buğulanmıştı, yoksa mutluluktan mı? Akide o gün ilk defa üç yıllık kocasını kızarmış etten kıskandı.
Sıcak havanın verdiği bunaltıyla karışan kıskançlık Akide’ye iyi gelmedi. Kocam biraz yokluğumun neye benzediğini görsün, kıymetimi bilsin diye düşünerek kimselere bir şey demeden üstündeki elbiseyi çıkarıp denize yöneldi. Kıyıya varınca terliklerini ayağında unuttuğunu fark etti. Denizden çıktığında terliklerini kolayca bulabilmek için sahile göz gezdirdi. Şu sarı plaj şemsiyesinin altında kumlarla oynayan kadın, eski mahalleden komşuları Aysel miydi? Kadınla göz göze gelmemek için daha fazla bakmadı Akide. Terliklerini, sarı plaj şemsiyesinin hizasına bırakırken “Birileri alıp götürmese bari. Geldiğimde burada bulayım bunları.” diye geçirdi içinden.
Çıplak ayakları suya değdi. Su soğuktu ama iri vücudunu suya gömmek için acele etti Akide. Çünkü vücudunu sımsıkı saran kırmızı mayosunun içinde öylece dikilmek ona kendini iç çamaşırı defilesine çıkmış manken gibi hissettirmişti. Sanki sahildeki tüm gözler onu süzüyor, yorum yapıyorlardı. Kambur vücuduna mı laf ediyorlar, yoksa sıcaktan iyice şişen koca ayaklarına mı? Belki Nesrin gibi “Göz var nizam var, hiç yakışmış mı Allah aşkına?” diyorlardır yeni mayosunu göstererek.
Su diz hizasına varınca Akide kendini suya bıraktı. Epey bir süre, görenleri, “Yüzmeyi biliyor mu, yoksa elleriyle yerden destek mi alıyor?” diye düşündürecek kadar sığ sularda oyalandı. Sonra bir babanın yüzme öğretmeye çalıştığı küçük kızına onu gösterip şöyle dediğini duydu: “Çeneni indir, su yutmaktan korkma. Bak işte bu teyze gibi!” Kız, Akide’nin yüzüşüne dikkatle bakıyor, ama yine de ince boynunu gökyüzüne doğru uzatmaktan kendini alamıyor, sanki pisliğin içindeymiş gibi çenesini suya hiç değdirmeden yüzmeye çalışıyordu. Akide, alışık olmadığı bir duyguyla ürperdi. Hem takdir edilmek hem de yüzme stiliyle küçük bir kıza örnek olmak pek hoşuna gitmişti. Elinde olmadan kıza gülümsedi. O an kendine itiraf edemese de, bu mutluluğun başka bir sebebi daha vardı. Akide’nin çenesi, kamburluğundan ötürü mecburen suyun içindeydi. Ama bu, onu su yutmaktan korkmayan cesur, örnek alınması gereken biri yaptığına göre demek ki kambur olmanın makbul olduğu tek yer denizdi. Akide, hayatında ilk defa kalabalık bir ortamda olduğu gibi kabul gördüğünü hissetti.
Akide bunun verdiği güvenle biraz daha açıldı. Artık boyunu geçen derinliğe gitmekle kalmamış, pek çok insanı da geride bırakmıştı. Kendiyle gurur duyuyor, sarı plaj şemsiyesinin hizasından ayrılmamaya gayret ederek halinden memnun, yüzüp duruyordu. Ama o sırada hiç duymaması gereken bir şey duydu.
Birbirinden yaramaz üç erkek çocuğu, gürültüyle kendi aralarında şakalaşıp dururken içlerinden biri Akide’yi gösterip “Var mısınız şu kırmızı dubaya kadar yarışalım?” diye bağırdı. Diğeri “Hepinizi geçerim ama bozulmaca yok!” diye cevap verdi. Akide önce “Yok, yanlış duydum herhalde.” diye düşündü. Demek yine alınganlığı tutmuştu. Ama gerçekten çocuklar, cılız kollarıyla attıkları kulaçlarla etrafa su sıçrata sıçrata üstüne gelmekteydi. Bu, şişmanlığıyla ilgili duyduğu ilk yaralayıcı söz değildi elbette. Ancak hiç bu kadar savunmasız yakalanmamıştı. Kıyıda olsa ağzına en yumuşağından bir pirzola parçası atar ve onu yavaş yavaş çiğnerken biraz olsun rahatlardı. Burada ise tuzlu sudan başka ağzına koyacak bir şey yoktu.
Can havliyle daha derinlere yüzdü Akide. Ama ne kadar giderse gitsin, çocuklar da hırsla ona doğru yüzmeye devam ediyor, kadın bir türlü onların acımasızlığından kurtulamıyordu. Sonunda neyse ki ayağına kramp giren en küçük kardeş etrafı bir çığlıkla velveleye verdi de diğer ikisi gönülsüz geri dönmek zorunda kaldı. Çocuklar peşini bırakınca rahat bir nefes aldı Akide.
Dinlenmek için sırt üstü yattı suyun üzerinde bir süre. Nefesi normale dönünce kafasını kaldırıp kıyıya baktı. Herkes ne kadar da küçük görünüyordu, demin huzurunu kaçıran çocuklar bile. Akide hayatında ilk defa insanlara bu kadar uzaktan bakabiliyordu. Bu mesafeden onların ne düşünüp söylediklerinin pek öneminin kalmadığını şaşırarak fark etti. Tam o sırada Ali Osman’ı gördü kıyıda. Ellerini iki yana açmış sallıyor “Akide! Akide!” diye bağırıyordu adam. El salladı kocasına sevinçle. Demek sonunda mangalın başından kalkıp onun yokluğunu fark etmişti.
O an bir şeyi anladı Akide. Çok sevse de kocasını, dönemeyecekti kıyıya. Çünkü biliyordu ki kıyıya yaklaştıkça şimdi birer nokta gibi görünen insanların aslında gözleri ve ağızları olduğu ortaya çıkacaktı. Başkalarının düşünceleri önce kulaklarını dolduracak, sonra kafasını karıştıracaktı. Yargılayıcı bakışlardan rahatsızlık duyacak, Nesrin gibilerin samimiyetinden bir türlü emin olamayıp huzur nedir bilmeden yaşayıp gidecekti. Oysa burada, denizin tam ortasında, en yakın insan en az yirmi kulaç ötedeyken öylesine mutluydu ki… Üstelik bütün vücudunu sıkıca sarıp onu içine alan su da kocasının okşayışlarını hiç aratmayacak gibiydi.
Akide kıyıya sırt çevirdi. Ellerini, bacaklarını iki yana açıp ufka doğru süzülürken kendini hayatında hiç olmadığı kadar hafif ve zarif hissetti.
Akide’den geriye sahilde sarı plaj şemsiyesinin hizasında duran hep içe doğru basmaktan kenarları hafifçe açılmış, otuz dokuz numara, lacivert terlikleri kaldı.
*Bu öykü, daha önce Sarnıç Öykü’de yayımlanmıştır. (2013)
Örümcek Nazan’dan sonra Akide… Çocukluğumdan aşina olduğum mahalle kültürüyle yoğrulmuş kadınları ustaca yazan bir kalemden okumak büyük keyif.