Bazı kitaplar tam da ihtiyacımız olduğu sırada bize kim olduğumuzu hatırlatır ve eve dönüş yolunu gösterir. Benim için Amerikalı yazar Natalie Goldberg’in Writing Down the Bones (Kalpten Yazmak) kitabı öyle. Yazı yazma pratiğiyle meditasyonu yan yana getiren bu kitap Amerika’da ilk kez 1986’da yayınlanmış. Kitabın yazı yazma meselesine getirdiği eşitlikçi, sade yaklaşım insanları epey etkilemiş ve kitap zamanla yaratıcı yazarlık alanının vazgeçilmez kitaplarından biri haline gelmiş.
Benim bu kitapla tanışıklığım ise bundan on yıl kadar önce oldu. Senaryo eğitimi almak için gittiğim Amerika’daki ilk birkaç ayımın sonunda okuldaki hocalarımdan Donna bana bu kitabı hediye etti. O sırada yolumu kaybetmiş gibi hissettiğim dışarıdan da epey belli olmalı. 🙂 O dönem Donna’dan senaryo için fikir geliştirme dersi alıyordum. Ama kitabın senaryo yazımıyla alakası yoktu. Bu kitaptan “Çatışma nasıl kurulur?” veya “Merak duygusu nasıl arttırılır?” gibi şeyler öğrenmek pek mümkün değildi. Oysa benim hızla bunları öğrenmem gerekiyordu. Niye bana bu kitabı vermişti hocam? Yoksa bana “Senden senarist olmaz, yol yakınken dön,” mü demek istiyordu? Sorumun cevabını kitabı okumaya başlayınca buldum.
Kitabın başında şöyle diyor Goldberg: ” Okul hayatım boyunca uslu bir kız oldum. Öğretmenlerimin benden hoşlanmalarını istiyordum. Noktalama işaretlerini öğrendim ve onları yerli yerinde kullanmaya özen gösterdiğim sıkıcı kompozisyonlar yazdım. Öğretmenlerimin beklentilerini karşılamak için can atıyordum.”
“Üniversitedeyken de edebiyata bayılıyordum. Ama neredeyse sadece çoktan bu dünyadan göçüp gitmiş, Avrupalı erkek yazarları okuyordum. Anlattıklarının benim gündelik hayatımla en ufak bir ilgisi yoktu ama onları yine de seviyordum. O sırada gizliden gizliye bir şairle evlenme hayalleri kursam da benim yazabileceğim aklımın ucundan dahi geçmiyordu.”
“Üniversiteden mezun olduğumdaysa kimsenin beni roman okumam için işe almayacağını anladım. Bunun üzerine üç arkadaşımla ortak bir restoran açtık. Restoranın adını da William Burroughs’un romanından hareketle ‘Naked Lunch’ (Çıplak Şölen) koyduk.”
“Restoranın mutfağında sebzeli türlü yaptığım bir gündü. Tezgahın üstündeki patlıcan, kabak, domates, soğan ve sarımsakları doğramam saatlerimi almıştı. Akşam eve yorgun argın giderken kitapçıya uğradım. Orada Erica Jong’un Meyveler ve Sebzeler başlıklı şiir kitabı gözüme çarptı. Kitabı açtığımda karşıma çıkan ilk şiir, patlıcan yemeği yapma üstüneydi! Şaşkına döndüm: Yani bu kadar sıradan, benim hep yaptığım bir şey üstüne yazılabilir miydi? O akşam eve, kendi düşüncelerime ve hislerime güvenip bildiğim şeyi yazma kararıyla gittim. Artık okulda değildim. Ne istersem onu yazabilirdim.”
Bu satırları okuyunca hocamın bana neden bu kitabı verdiğini anladım. O sırada benim de kendi düşüncelerime güvenmeye ihtiyacım vardı. Kaybolmuşluk hissimin tek sorumlusu yabancı bir ülkede olmam ve başka bir dilde kendimi ifade etmeye çabalamam değildi. Goldberg’inkine çok benzer bir hissiyatla yetişmiştim ben de. Bir şey yazdım diye ortaya çıkacaksam haddimi bilmeli ve en azından öncelikle klasikleri bitirmeliydim. Sanki yazmak için önemli sayılan kitaplardan, filmlerden oluşan bir dağı aşmam gerekiyordu önce. Ayrıca yapılacak bir ödev, girilecek bir yarışma yoksa ne yazacağımı da kestiremiyordum.
İlk gençlik çağlarımızda yazmaya niyetlendiğimizde bize verilen ilk tavsiye genelde çok okumamız gerektiği yönünde oluyor. Okumanın bence de bir yazarın eğitiminde önemli bir yeri var. Sonuçta sevdiğiniz bir yazarın meseleyi nasıl ele aldığına yakından bakmak kadar öğretici olan çok az şey vardır. Ama yine de bence yazabilmenin ilk şartı okumak değil, kendi deneyimine değer vermek ve kendi hislerine güvenmek.
Aslolanın kendi deneyimimiz olduğunu kabul etmeden okumaya giriştiğimizde bir tür kitap öğütücüye dönüşüyoruz. Böyle zamanlarda okumak bizi yazıya yaklaştıracağı yerde uzaklaştırıyor ve yazmak giderek daha fazla cesaret isteyen bir eylem halini alıyor.
Kişisel bakış açımızın çok da bir değeri olmadığını hissederek yazının başına oturduğumuzda ilhamı da çok uzaklarda arıyoruz. İçimizden geleni, ilgimizi çekeni yazmaktan çok bizden önceki yazarlara öykünürken buluyoruz kendimizi. Ya da piyasadaki tutmuş işlere bakıp “Bunlar da hep aynı,” diye iç geçirerek harcıyoruz vaktimizi. Ve her zamankinden daha fazla kaybolmuş hissederek kalkıyoruz masadan.
Natalie Goldberg’in buna karşı sunduğu bir çare var: Her gün oturup serbest akış yöntemiyle yazmak. Bu yayınlanır mı, nereye gider, ne olur demeden yazmak. Goldberg “Yazı yazmak, meditasyon gibi insanın kendi zihnini tanıması için eşsiz bir araç,” diyor ve masanın başına geçip kendi içini dinleme alıştırması yapmayı salık veriyor.
Peki ben şimdi tüm bunları neden yazdım?
Açıkçası bu kadar kişisel bir şeyi yazmak benim için o kadar kolay olmadı. Ama yine de bunu yapmayı seçtim. Çünkü yazmayınca yaşamamışız gibi oluyor. Malum, yolunu kaybedip bulmak hayatta sadece bir kez başımıza gelen bir şey değil. Kaybola kaybola eve doğru ilerliyoruz.
Sonraki kaybolmalarımızın, ilkinden tek farkı belki de bu halin sonsuza kadar sürmeyeceğini artık bilmemiz. Biliyoruz ki er ya da geç yerdeki bir ekmek kırıntısı gözümüze çarpacak, bize gitmemiz gereken yolu hatırlatacak. Ve yeniden daha kararlı atmaya başlayacağız adımlarımızı. İşte ben de daha sonra ihtiyaç halinde yerde bir ekmek kırıntısı görme ihtimalimi artırmak için “Zor zamanlarda belki lazım olur,” düşüncesiyle bırakıyorum bu yazıyı buraya.
Bunları yazmamın başka bir nedeni daha var. Natalie Goldberg kendi deneyimini yazmasaydı muhtemelen ben yalnız olmadığımı bilemeyecektim. Bence Donna kendisi de benzer bir dönemeçten geçmemiş olsaydı halimden o kadar iyi anlayamazdı. Eğer siz de böyle bir durumun içindeyseniz bilin ki yalnız değilsiniz. Natalie Goldberg, sevgili hocam Donna, ben ve bir de siz… Nereden baksanız en az dört kişiyiz. 🙂
Yalnız değilsiniz, yazınız için teşekkürler. Elinize sağlık. Harfler aynıdır ama yan yana geldikçe farklı farklı kelimeler oluşturur ve kelimeler de cümleler oluşturur. Biz insanların iletişimde kalabilmesi için harflere, kelimelere, cümlelere ihtiyacımız var. Bunları anlamlı hale getirecek insanlara da. Her insan farklı bir dünyadır. Farklı düşünenleri tanımak bana hep büyük bir zevk veriyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Teşekkürler Vesile Hanım. Size katılıyorum. Ben de farklı insanlar tanımaktan keyif alıyorum. Sevgiler.